1 Mayıs 2011 Pazar

KURAN ALLAH TARAFINDAN GÖNDERİLMİŞ BİR KİTAP MIDIR.?'



RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA!

2/23- Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur'an)dan şüphedeyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sure getirin. Ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın.

2/24- Ama yapamazsanız -ki kesin olarak yapamayacaksınız- bu durumda kâfirler için hazırlanmış ve yakıtı insanlar ile taşlar olan ateşten sakının.

Kuran Hakkında Kuran'ın indiği dönemlerde şüpheler olduğu gibi Kuran indikten sonra da bu şüpheler devam ederek günümüze kadar gelmiştir. Günümüzde ateizmin bir uzantısı olan ideolojiler, Kuran Muhammed’in tecrübî bilgiler sonucu yazıldığı bir kitaptır demektedirler. 

Bir başka söyleyiş kuran Muhammed’in evreni okumasıdır demektedirler. Eğer onlar gerçekten ön yargısız bir şekilde kuranı okumuş olsalardı. Bu kuranın insanlar tarafından ortaya konulabilecek bir kitap olmadığını anlayabilirlerdi. eğer insanlar tarafından ortaya konulmuş bir kitap olsaydı içerisinde birçok çarpıklık ve aykırılıklar olması gerektiğini düşünebilirlerdi.

82/82- Onlar hala Kuran’ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının Katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı.

18/1- Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiçbir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.

18/2- Dosdoğru (bir Kitap'tır) ki, Kendi Katından şiddetli bir azapla uyarıp-korkutmak ve Salih amellerde bulunan müminlere müjde vermek için (onu indirdi); şüphesiz onlara güzel bir ecir vardır.

BU KİTABI MUHAMMED (SAV) NASIL UYDURABİLİR?

Kuran bir matematik bir cebir bir kimya kitabı değildir. Ama Kuran'daki ayetlerin verileri hiçbir zaman insanlık tarihinin başlangıcından bu tarafa insanların deneme yanılma yoluyla ister sosyal  davranışlarda, isterse pozitif bilimlerde bu güne kadar geldikleri noktada Kuran'ın söyledikleriyle uyum sağlamayan hiçbir şey yoktur. Yani Kuran’ın bundan bin beş yüz yıl önce söylemiş olduğu ayetler hiçbir zaman müspet bilimlerin verileriyle tezat teşkil etmemiştir. 

İnsanlar bir iki dalda ilim yaparak uzman olabilirler. O konuda eşyanın bilgisine ulaşabilirler. Ama bütün ilimler konusunda ulaştıkları en son bilgilere bile ters düşmeyen Kuran ayetleri her halde bir uydurma kitap olamaz. İnsan bilgisinin bu kadar her ilim dalının verileriyle Örtüşen bir kitabın insan yazması asla düşünülemez.

İnsanlar yeryüzündeki yaratılmış olan varlıkların en mükemmelidirler. Devamlı kültürler üzerine kültürler bina ederek günümüzde bilgisayar ve uzay çağına ulaşmışlardır. Bu insanoğlunun başarısı küçümsenecek bir başarı değildir. Ve ilim ve teknoloji baş döndürücü bir şekilde ilerlemeye devam edip gitmektedir.

Kuran fen ve teknoloji kitabı değildir. Kuran kâinata ve eşyaya nasıl bakılacağının yolunu yöntemini bize gösterir. Bu sebeple kuran zikri kolaylaştırıcı bir kitaptır.

Kuran’dan bazı ayetlerin verdiği mesajlarla ilim dallarının ortaya koydukları verilerin birbirleriyle nasıl uyum sağladıklarını görmeye çalışalım. Bazı deist ve ateist toplumlara göre Kuran Muhammed’in uydurduğu kendi tecrübî bilgilere dayanarak yazdığı bir kitaptır. 

Eğer bu söyledikleri doğru olmuş olsaydı, İnsan toplumunun teknolojik verilerinin ve kültürlerinin ulaşamadığı bir dönemde en son teknolojinin insanlar tarafından ortaya koydukları bilgiye ulaşmasıyla bire bir örtüşsün. Bu insan aklıyla asla uyuşmaz. Bu anlayış insan yazması bir kitapta bu kadar bilgilerin olmasını kabul edemez.

40/54- (Ki o,) Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir.

HER CANLI KURANA GÖRE SUDAN YARATILMIŞTIR. MÜSPET BİLİMLER NE DİYOR?

21/30- O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?

Belki Şu anda insanlar bu konuda Kuran'ın verdiği, bu bilgiye ulaşamamış olabilirler. Yani yer ile göklerin bitişik olup sonra ayrıldığını kavrayamamış olabilirler. Ama her canlının sudan yaratıldığına ulaşabildiler. Aşağıda bu konuda ilimlerin ortaya koydukları verileri anlamaya çalışalım.

ALINTI;

EKOLOJİNİN TEOLOJİK BOYUTU;

Yeryüzünde yüz binlerce canlı türü yaşamakta, her bir türün de yine yüz binlerce mensubu bulunmaktadır. Hangi canlı yaratık olursa olsun, onun var olmasının mutlak önemli sebepleri vardır. Canlılar arasındaki çok sıkı dayanışma ve yardımlaşmayı görüp anladıktan sonra hayret etmemek ve hayran olmamak mümkün değildir… Öyle bir yaratılış ki, ne bir eksiklik ne de bir fazlalık yok. Her şey yerli yerinde…

Ekoloji, sahası çok geniş olan bir hayat ilmi olup; çeşitli türdeki canlıların çevrelerine uyumlu olarak nasıl yaratıldıklarını, besinlerini ve enerji ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarını, diğer türlerle olan münasebetlerini, fonksiyon ve organizasyon için nasıl canlı topluluklar oluşturduklarını inceler. O, canlı varlıkları incelediği için Biyoloji ilminin bir dalıdır.

Ekosistemin parçalarından herhangi biri bozulur veya o parça sistemden çıkarılır ise, sistem verimli çalışamaz, zamanla bozulur ve önceki görevini yapamaz hale gelir.

Meselenin iyi anlaşılması için geçmişten iki örnek verelim:

* Mısır'da Nil nehri üzerinde 1968 yılında zamanın 'mühendislik harikası' olarak adlandırılan Asuvan Barajı yapılmıştı. Amaç elektrik enerjisi üretme ve sulama suyu elde etme idi. Bu barajın işletmeye açılmasından kısa bir süre sonra; delta tarafında kalan topraklar çoraklaşmaya, nehir ağzındaki denizde yaşayan balık türlerinin çoğu yok olmaya, yabancı uyruklu insanlarda bir karaciğer hastalığı gittikçe artmaya başladı. Baraj bu bölgede şu olumsuz etkiyi yapmıştı:

Baraj yapılmadan önce, Nil nehri tarım bakımından çok verimli, zengin alüvyonlu topraklar taşıyor ve bunlarla Nil deltası doğal gübrelerle gübreleniyordu. Ayrıca bu deltayı suluyordu. Baraj yapılınca doğal gübreleme durdu. Aynı zamanda kurak bir alan meydana geldi. Bunun sonucunda deniz suyu ve şiddetli buharlaşmayla delta toprakları tuzlandı ve çoraklaştı.

Nil nehri, baraj yapılmadan önce, denize döküldüğü kısımda yaşayan balıklara bol miktarda oksijen getiriyordu. Bu sular barajla tutulunca, hem oksijen akımı, hem de balıklar için yem olabilecek bazı organik madde taşınması ortadan kalktı. Bütün bunlar da ekolojik dengeyi bozarak bazı balık türlerinin yok olmasına sebep oldu. Sulama başlayınca sulanan tarlalarda salyangozlar arttı. Müslüman olmayanlar bunlardan bol bol yedikleri için karaciğer hastalığına yakalandılar. Bunun sebebi biraz güç anlaşıldı. Ancak bir zooloji uzmanı salyangozlarda parazit olarak yaşayan bir canlının varlığını ortaya çıkardıktan sonra, hastalığın bu parazitten meydana geldiği belirlendi.

* Endonezya'nın Borneo Adası'nda BM örgütü tarafından 1950'li yıllarda DDT ile sıtma mücadelesi başladı. Sonuçlar:

Köylülerin sazdan yapılmış damları çökmeye başladı. Veba hastalığı salgını ortaya çıktı. Sıtma mücadelesi için kırsal alanlardaki kerpiç evlerin duvarlarına da DDT sıkılmıştı. Buralarda yaşayan ve tırtılların düşmanı olan bazı böcekler öldüler. Tırtıllar da düşmanları yok olduğu için çoğaldılar. Kitle üremesi yapan bu tırtıllar saz damları yemeye başladılar. 

Bunun sonucunda saz damlar çökmeye başladı. İlaçlama sonucunda evlerdeki hamam böceklerinde DDT'ye karşı bağışıklık meydana geldi. Bu zehirli ilaç bunların vücudunda büyük miktarlarda birikti. Bu biriken DDT, beslenme zinciri yoluyla önce onları yiyen kertenkelelere onlardan da kedilere geçti. Belli bir süre sonra kediler ölmeye başladı. Kediler azalınca meydan farelere kaldı ve kitle üremesi yaptılar. Böylece veba hastalığı kaynağı yaratılmış oldu.

Bütün burada aktardığımızdan çıkarılması gereken bir sonuç var: Ekosistem içinde bir unsur çıkarıldığında oluşmuş doğal denge bozulur ve kendi içinde diğer unsurlara zincirleme bir etki yaparak olumsuzluklar doğar..

İnce Ayar Fenomeni

Varlıkların kendi içyapılarında olsun, dış münasebetlerinde olsun bilinen hassas ayar, gayeli ve plânlı bir yaratılışın işareti ve delili sayılmalıdır. Uçsuz-bucaksız şu kâinat, Allah’ın Rahman, Rahim, Hayy, Kayyum ve Hakîm isimlerinin varlıklardaki yansımasından ibarettir.

Dünyamız ise, hayata bir sergi olması ve üzerinde en mükemmel canlı olarak insanın bulunması yüzünden kutsal kitap Kuran’da bu küçük gök cismi, koca sema vata ‘denk’ tutulmuş; “Yer ve Gökler” diye birlikte yan yana ifade edilmiştir.

Kâinatta görünen hassas ayar, Allah’ın sonsuz rahmet ve merhametine Hayy, Hakîm ve Kayyûm gibi isimlerine hârika bir aynadır. Allah’ın sayısız hikmetli işlerinden biridir… Yine ‘ince ayar fenomeni’ ni sonsuz kudret sahibinin varlığına ve birliğine delil saymak gerekir.(1)

İnsan vücudunun %98'i sudur. Su, her gün en az 1 5 litre içilmesi şart olan bir maddedir ve bunun içinde de insanların organizmalarına gerekli olan mineraller vardır. İnsan önemli bir organik zarara uğramadan 30 gün aç yaşayabilir, ama 5 gün susuz yaşayamaz. Su içindeki minerallerin, anorganik maddelerin suya karışımı aynı havadaki bozulma gibi insan sağlığını etkiler. Meselâ; kimya fabrikalarının ürettiği çeşitli zehirli maddeler, topraktan fazla ürün alma gayesiyle atılan suni gübrelerdeki azotlu maddelerin yağmur sularıyla yeraltı su birikimlerine nehirlere ve göllere karışması sonucunda içme suyunun bozulması, "modern" insanın bulaşık tozu ve çamaşır tozu diye tabir ettiği zehirli artıkların kanalizasyonlardan nehir ve denizlere taşınması vb. suyun arılığının korunamamasının yanı sıra, büyük bir sorun olarak tabiattaki diğer dengelerin bozulmasına paralel olarak iklim değişimleri ve bunun sonucunda dünya su rezervlerinin azalması da beraberinde gelmektedir.

İnsan varlığı suya duyduğu kadar besin maddesine de ihtiyaç duyar. Besin maddeleri genelde hayvansal gıdalardan çok toprak ürünleridir. Daha fazla üretim ve daha "güzel" ürün elde edebilmek için toprak zehirlenir. Ürünler çürümemesi, kurtlanmaması için gene kimyasal maddelerle ilaçlanır. Hayvansal besin maddeleri de aynı şekilde sürekli zehirli maddelerle takviye edilerek daha ucuz ve daha bol, daha uzun süre bozulmayan ve gösterişli hale getirilir. Dolayısıyla tabii ürünler yerine insanlar kendi sağlıklarını tehdit eden çeşitli hastalıkların kaynağı maddeleri besin yoluyla 'afiyetle' yerler.

İnsanlar dünyamızda iklim dediğimiz içinde dört mevsimi taşıyan yağmuruyla, karıyla, rüzgârıyla hayatına bir denge sağlamıştır. Bunun değişimi, meselâ; sürekli ısının ortalama 50 derece olması ya da kasırgaların sürekli hale gelmesi, hiç yağmur yağmaması gibi değişmeler de insan varlığını tehdit eder. Tabiatın dengesinde önemli bir yeri olan Amazon ormanları aynı zamanda dünyanın akciğerleri görevini gören bir özelliğe sahiptir. Bu ormanların hayâsızca km2'ler halinde kesilip yok edilmesi bu dengelerin bozulmasına sebep olacak faktörlerden biridir.

Arkadaşımıza ekolojik denge hakkındaki verdiği bilgilerden dolayı teşekkür ediyoruz.

Nasıl Kâinatta yaratılmış olan bütün genellemesini bile saymakta güçlük çektiğimiz varlıklardaki düzen nasıl yerleştirilmiş ise kuranda da her kelime ve ayet kâinatın dizaynına eş olarak dizayn edilmiştir. Kurandaki bir kelimenin bir ayetin veya bir ayette geçen bir cümlenin yanlış anlaşılması kurandaki onunla ilgili bütün ayetlerin bozulmasına yol açmaktadır.

Kuran’a İman edenlerde bir problem yok, Akıl Olayları düzgün anlama konusunda önemli bir yer tutar ama Gelecek ile ilgili bilgiler konusunda net bir bilgi veremez. Sadece düşünür hayal eder. Teori ortaya atar. Ve söylenilen teori iddia ve ispat edilirse ilim haline gelir. Ama kurana baktığımız zaman Kuran’daki ilim ve teknolojinin yeterli kalmayan bilgilerde aradan bin beş yüz yıl geçmiş olmasına rağmen söyledikleri tıpa tıp çıkmaktadır.

Gelen peygamberler Kendilerine gelen vahiyleri kendi çağlarına ancak kendi çağları ile ilgili ayetleri ortadaki malzemelerle anlatabilirler. En son nebinin kendi çağında bir ayet olarak söylenenin de kendi çağında olanları açıklamış. gelecek çağlarda ilimlerin ve teknolojilerin gelişmesiyle açıklanması gereken ayetler açıklanmamıştır. Örnek vermeye çalışalım.

KURAN HER ÇAĞLA İLGİLİ VAHİYLERİ KÜLTÜRLERİN VE TEKNOLOJİLERİN VERİLERİYLE AÇIKLAR

6/91- Onlar: "Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kâğıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu göz ardı ettiğiniz kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp-dursunlar.

Ayette geçen

Sizin de (parça parça) kâğıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu göz ardı ettiğiniz kitabı kim indirdi?

Bu ifade peygamber döneminde Ayetlerde karşılığı olmayan teknoloji ve bilimin üretemediği meselelerden bahsedilmektedir. Bir başka bir ayetle bu anlamı güçlendirmeye çalışalım.

8/ 60- Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size 'eksiksiz olarak ödenir' ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.

16/ 5- Ve hayvanları da yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz.

16/6- Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır.

16/7- Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere onlar, ağırlıklarınızı taşımaktadırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz şefkatli ve merhametlidir.

16/8- Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır?

16/9- Yolu doğrultmak Allah'a aittir, kimi (yollar) ise eğridir. Eğer o dileseydi, sizin tümünüzü elbette hidayete erdirirdi.

İşte son nebi olan Muhammet Allah’ın bu gün insanların binmeleri ve süs olarak kullandıkları envai çeşit arabaları kamyonları gemileri uçakları trenleri tramvayları füzelerini yaratacağını nerden bilsin Her yapılan icatlar MUCİTLERİN, ellerindeki malzemelerle icat edilirler. Bu gün elektrik petrol, güneş enerjisi icat edilmeseydi insanlar araba icat edip binlerce tonları götürecek gemileri trenleri nasıl icat edeceklerdi?

İNSANLAR KENDİ BİLGİLERİYLE GAYBI BİLEMEZLER.

Hiçbir peygamber gaybı Allah bildirmedikçe bilemez, Gayıp tan haberi ancak Allah peygambere bildirir. Bu da kuranın peygamber uydurması olmadığına bir kanıttır.

6/ 50- De ki: "Size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben, bana vah yedilenden başkasına uymam." De ki: "Kör olanla, gören bir olur mu? Yine de düşünmeyecek misiniz?"

Eğer bu kuran uydurma olmuş olsaydı peygamber, insanlar öldükten kemikler ve çürümüş toprak olduktan sonra bir ahiret âlemi olacağını ve orada diriltilip ceza ve mükâfat görüleceğini nerden bilsin. Gerçi ahiret âlemine iman etmeyenlere bunları söylemek gülünç gelir ama hiç olmazsa kurana inananlar için bunlar imanı arttıran inandıkları ve gittikleri yolun doğruluğunun bir belgeleridir.

Peygamberin bilmesinin mümkün Olmayıp da Allah'ın bildirdiği vahiyle ancak peygamberin bilip de söylediği ayetlerden vermeye devam edelim.

6/ 58- De ki: "Kendisine acele etmekte olduğunuz şey benim yanımda olsaydı, benimle aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu. Allah zulmedenleri en iyi bilendir.

6/59- Gaybın anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır.

7/ 187- Saatin (kıyametin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: "Onun ilmi yalnızca Rabbimin Katındadır. Onun süresini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir." Sanki sen, ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi yalnızca Allah'ın Katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler."

7/188- De ki: "Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiçbir şeye) malik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı. Ben, iman eden bir topluluk için, bir uyarıcı ve bir müjde vericiden başkası değilim."

Demek ki Gayıp ile ilgili bilgiler peygamberin kendi söyledikleri değil Allah’tan bir haber olduğu açıktır.

GÖKYÜZÜNÜ KORUNMUŞ TAVAN KILDIK.
ALINTI

Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 32)

Ayette belirtilen gökyüzünün bu özelliği, 20. yüzyıldaki bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır.

Dünya'yı çepeçevre kuşatan atmosfer, canlılığın devamı için son derece hayati işlevleri yerine getirir. Dünya'ya doğru yaklaşan irili ufaklı pek çok gök taşını eriterek yok eder ve bunların yeryüzüne düşerek canlılara büyük zararlar vermesini engeller.
Atmosfer, bunun yanı sıra, uzaydan gelen ve canlılar için zararlı olan ışınları da filtre eder. Atmosferin bu özelliğinin en çarpıcı yönü, atmosferin sadece zararsız orandaki ışınları, yani görünür ışık, kızıl ötesi ışınlar ve radyo dalgalarını geçirmesidir. 

Bunların tümü yaşam için gerekli ışınlardır. Örneğin atmosfer tarafından belirli oranda geçmesine izin verilen ultraviyole ışınları, bitkilerin fotosentez yapmaları ve dolayısıyla tüm canlıların hayatta kalmaları açısından büyük önem taşır. Güneş tarafından yayılan şiddetli ultraviyole ışınlarının büyük bölümü, atmosferin ozon tabakasında süzülür ve Dünya yüzeyine yaşam için gerekli olan az bir kısmı ulaşır..

Atmosferin koruyucu özelliği bunlarla da kalmaz. Dünya, uzayın ortalama eksi 270 C derecelik dondurucu soğuğundan yine atmosfer sayesinde korunur.

Dünya'yı zararlı etkilerden koruyan, yalnızca atmosfer değildir. Atmosferin yanı sıra "Van Allen Kuşakları" denilen ve Dünya'nın manyetik alanından kaynaklanan bir tabaka da, gezegenimize gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür. Güneş'ten ve diğer yıldızlardan sürekli olarak yayılan bu ışınlar, insanlar için öldürücü etkiye sahiptir. Özellikle Güneş'te sık sık meydana gelen ve "parlama" adı verilen enerji patlamaları, Van Allen Kuşakları olmasa, Dünya'daki tüm yaşamı yok edebilecek güçtedir.

Dünya'nın manyetik alanının oluşturduğu manyetosfer tabakası, yeryüzünü gök taşlarından, zararlı kozmik ışın ve parçacıklardan koruyan bir kalkan gibidir. Yandaki resimde Van Allen Kuşakları adı da verilen bu manyetosfer tabakası görülmektedir. Dünya'nın on binlerce kilometre uzağındaki bu kuşaklar, yeryüzündeki canlıları uzaydan gelebilecek öldürücü enerjiden korumaktadır.

Tüm bu bilimsel bulgular, Dünya'nın özel bir şekilde korunduğunu kanıtlamaktadır. Önemli olan, bu korunmanın "gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık" ayetiyle 1400 sene önce Kuran'da haber verilmiş olmasıdır.
Van Allen Kuşakları'nın yaşamımız açısından önemini Dr. Hugh Ross şöyle anlatmaktadır:

Dünya, Güneş Sistemi'ndeki gezegenler arasında en yüksek yoğunluğa sahiptir. Bu geniş nikel-demir çekirdeği büyük bir manyetik alandan sorumludur. Bu manyetik alan Van Allen radyasyon koruyucu tabakasını meydana getirir. Bu tabaka yeryüzünü radyasyon bombardımanından korur. Eğer bu koruyucu tabaka olmasaydı, Dünya'da hayat mümkün olmazdı. Manyetik alanı olan ve kayalık bölgelerden oluşan diğer tek gezegen Merkür'dür. Fakat bu manyetik alanın gücü Dünya'nınkinden 100 kat daha azdır. Van-Allen radyasyon koruyucu tabakası Dünya'ya özeldir.21

Geçtiğimiz yıllarda tespit edilen bir parlamada açığa çıkan enerjinin, Hiroşima'ya atılanın benzeri 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Parlamadan 58 saat sonra pusulaların ibrelerinde aşırı hareketler gözlenmiş, Dünya atmosferinin 250 km üstünde sıcaklık sıçrama yapıp 2.500 0C'ye yükselmiştir.

Kısacası, Dünya'nın üzerinde, kendisini sarıp kuşatan ve dış tehlikelere karşı koruyan mükemmel bir sistem işler. İşte Dünya'yı çevreleyen gökyüzünün bu koruyucu kalkan özelliğini, Allah bizlere yüzyıllar öncesinden Kuran'da bildirmiştir.

Gökyüzünü seyreden insanların çoğunun aklına atmosferin koruyucu yapısı gelmez. Bu yapı olmasa Dünya'nın nasıl bir yer olacağını da insanlar çoğu zaman düşünmezler. Yukarıdaki resimde Dünya'ya düşen bir gök taşının ABD Arizona'da açtığı dev çukur görülmektedir. Eğer atmosfer olmasaydı bu gök taşlarının milyonlarcası Dünya yüzeyine düşer ve gezegen yaşanılmaz bir hale gelirdi. Ancak atmosferin koruyucu özelliği sayesindedir ki, Dünya'daki canlılar güven içinde yaşamlarını sürdürürler. Bu, elbette Allah'ın insanlar üzerindeki bir korumasıdır ve Kuran'da haber verilmiş bir mucizedir.
HER İNSANDA KORUYUCU MELEK VARDIR.

86/4- Üzerinde gözetleyici-koruyucu bulunmayan hiçbir nefis (kimse) yoktur.

86/ 10- Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var,

ALINTI

MUCİZE MOLEKÜLLER KAN PROTEİNLERİ,PIHTILAŞMA,ALYUVAR AKYUVAR NED

Yaratılış mucizelerinden biri olan kan ve dolaşım sistemi, eksikliğinde hayatın kesinlikle var olamayacağı, inanılmaz detay ve ilimle donatılmış bir sistemdir. Çünkü bütün doku ve organlar arasındaki madde alışverişinin düzenlenmesi bu sistemle yürütülür.

Vücudun ihtiyacı olan her şey gereken yerlere kan aracılığı ile taşınır. Nedir bu taşınması gereken maddeler? Sindirilerek kana karışmış besinler, oksijen molekülleri, pıhtılaşmayı sağlayacak maddeler, vücuda saldırı olduğunda korunmayı sağlayacak hücreler, böbreğe, akciğere, karaciğere götürdüğü hücrelerin atık maddeleri, ihtiyacı olan organlara ulaştırdığı hormonlar...

Meselâ; kendinizi hasta hissettiğinizde birdenbire ateşiniz yükselir ve halsizleşirsiniz, mecburî olarak dinlenirsiniz; işte bu sırada kanınızdaki hücreler sizin için mikroplarla savaşmaya başlamıştır ve aradan bir süre geçtikten sonra da iyileşmeye başlarsınız. Bir işle uğraşırken enerji ihtiyacınız arttığında hiç zorluk çekmeden istediklerinizi yapmaya devam edebilirsiniz, çünkü kanınızdaki başka hücreler size enerji takviyesi yapacak maddeleri taşımayı hızlandırmışlardır bile. İşte bütün bunları ve vücudumuzdaki pek çok hayatî vazifeyi yerine getirmek üzere vazifelendirilen, kanımızdaki hücrelerdir.

Kanda bulunan her proteinin kendine ait bir görevi vardır ve hepsi de vücut için hayatî önem taşımaktadır. Bu proteinlerin tamamına yakını birbirine bağlı hareket eden moleküllerdir ve biri olmazsa diğeri işe yaramaz. Dolayısıyla evrimcilerin iddia ettiği gibi, oluşmak için birbirlerini beklemeleri, zaman içinde yavaş yavaş tamamlanmaları gibi bir şey söz konusu değildir. Bütün proteinlerin aynı anda var olmuş olmaları gerekir. Bu da yaratıldıklarının çok açık bir delilidir. Sadece kanın pıhtılaşması için altı ayrı protein gereklidir ve bu proteinlerden tek bir tanesinin olmaması pıhtılaşmanın oluşmaması, yani yaralının bir süre sonra kan kaybından ölmesi demektir.

Bundan başka kanın dâhil olduğu dolaşım sisteminin elemanları da tamamen birbirine bağlı çalışan yapılardır. Kanın vücut içinde yol almasını sağlayan damarların toplam uzunluğunun yaklaşık olarak 120.000 km olduğunu ve bu kadar geniş bir alanda kanın her yere aynı hizmeti verebildiğini düşünürsek dolaşım sisteminin mükemmelliği daha iyi anlaşılacaktır. 120.000 km. lik bir yol ve hiç aksamadan çalışan bir sistem...

Peki, bu sistemde kanın yardımcıları kimlerdir?

Bu uzun yolculuğunda kana, damarlar ve kalp yardımcı olur. Bu üçlü her zaman bir arada olmak zorundadır. Çünkü:

* Ne kan, kalpsiz pompalanabilir,

* Ne kalp, kansız çalışabilir

* Ne de damarlar, kan akmadan kasılabilir.

Bırakın bu üçlüden birinin tamamen olmamasını, bunlardan sadece birinin bile fonksiyonlarını kısa bir süre aksatması veya problemli çalışması bile vücuda sonuçları çok ağır zararlar verecektir. Herhangi bir hayvanın kalbinin veya damar sisteminin tesadüfen veya kendi kendine oluşmasını bekleyerek hayatını sürdürmesinin niçin mümkün olamayacağı zaten açıktır.

Kanın sıvı kısmı olan plazma ile beraber hareket e-derek vücudun her tarafına dağılan ve her saniye aksatmadan görevlerini yapan bu hücreler nelerdir?

Alyuvarlar, kırmızı kan hücreleridir. En birinci görevleri vücuttaki diğer hücrelere oksijen taşımak ve o hücrelerde ortaya çıkan karbondioksiti dışarı atılmak üzere bağlamaktır.

Akyuvarlar, beyaz kan hücreleri olup, vücudu yabancı organizmalara veya onların salgıladığı zehirlere karşı savunurlar. Akyuvarların bir çok çeşitlerinden biri cilan lenfositler de düşmanın cinsine göre, özel savunma stratejileri sergileyen hücrelerdir.

Trombositler ise; sahip olduğumuz kanın, yaralanmalarla akıp kaybolmaması için pıhtılaştırılarak yırtık damarı tıkama faaliyetini yürüten hücrelerdir.

Alyuvarlar

Embriyonun gelişimi sırasında karaciğer ve dalak gibi çeşitli organlar tarafından üretilir. Fakat doğumdan sonra sadece kırmızı kemik iliğinde üretilirler. Alyuvar ortası çökük, yassı bir diske benzer. Sahip olduğu esnekliği sayesinde de en dar kılcal damarlardan ya da en küçük aralıklardan bile kolaylıkla geçebilir. Alyuvarların esneklik özellikleri olmasaydı, bazı çok dar kılcal damarları tıkayabilirlerdi. Çünkü alyuvarların yarıçapları, kılcal damarlara göre oldukça büyük olup (kılcal damarlar insan saçından on kat daha incedirler) neredeyse yarıçaplarının hemen hemen iki katı kadardır.

Tek bir tanesi neredeyse 300 milyon hemoglobin molekülü taşır. Hemoglobin, kana rengini veren ve içinde demir bulunan proteindir. Oksijen ve karbondioksit taşımada iş gören asıl harika molekül budur.

Çok çalışan ve oksijene acil ihtiyacı olan bir kasın yanından geçerken, alyuvarlar oksijeni bırakma işlemini yaparlar. Bu kan hücreleri oksijeni verirken hücrelerde çeşitli yanma reaksiyonlarından sonra açığa çıkan karbondioksiti alır, daha sonra onu akciğere taşır, orada bırakır ve yeniden oksijene bağlarlar.

Alyuvarların çok hızlı üretilmeleri gerekir çünkü çok uzun ömürlü değildirler. Bu yüzden insan vücudunda bir saatte ortalama 900 milyon alyuvar üretilir. Her alyuvar sadece 120 gün kadar yaşar. Bu kadar süratli ölen ve yenileri meydana gelen alyuvarların vücutta olumsuz bir tesir yapabileceği akla gelebilir. Oysa insan vücudundaki kusursuz plân burada da kendini göstermektedir. Yaşlı alyuvarlar karaciğere, dalağa ve kemik iliğine giderler ve orada ölürler.

Biraz önce alyuvarların hemoglobin depoları olduğundan bahsetmiştik. Ölen alyuvarlarda bulunan hemoglobinin yapısındaki demir, yeni hemoglobin moleküllerinin sentezinde kullanılmak üzere depolanır. Bir milimetreküp kanda beş milyon kadar alyuvar bulunduğu hâlde, hiçbiri diğerine yapışmaz ve sürtünmez, zira hepsinin zarlarının dış yüzeyi negatif (-) elektrik yüklü olduğundan birbirlerini iterler. Burada anlatılanların her biri tek tek düşünüldüğünde, tesadüfe kesinlikle yer bırakmayacak bir plân ve tasarım olduğunu görmemek mümkün değildir. Tesadüfen gelişen hiçbir sistemde, bu kadar detay kesinlikle yer alamaz.

Akyuvarlar

Vücudun en zorlu görevlerinden biri olan savunma işlemini yapan beyaz kan hücrelerinin vücudun diğer hücrelerinden farklı özellikleri vardır. Genel olarak akyuvarlar sadece birkaç gün yaşarlar; bu hayat süreleri bir enfeksiyon sırasında birkaç saate kadar da inebilir. Hayat sürelerinin kısalığı zannedildiği gibi vücut için bir dezavantaj değil, aksine savunmadaki sağlamlık için mutlaka gerekli olan bir detaydır. Bu çabuk yenilenme sayesinde savunma yaptığı için yıpranmış akyuvarların yerine, sağlıklı, savunma kabiliyeti yüksek yeni akyuvarlar üretilmiş olur.

Akyuvarların kullandığı savunma sistemi akılları durduracak derecede mükemmeldir. Meselâ; derideki bir kesikten içeri girmeyi başaran herhangi bir bakteri, vücut hücrelerine karşı saldırıya geçer geçmez, vücudumuz savunma pozisyonu alır. Bakteri, saldırısına uğramış bölgeye hemen ilk savunma hücreleri gönderilir.

Eğer vücuda giren yabancı virüs veya bakteri bilinenden farklı ve kolay başa çıkılamayacak kadar güçlüyse, hemen farklı bir savunmaya geçilir ve düşmanların cinsine uygun silahları, yani antikorları üretmeye başlar. Bu antikorlardan bazıları akyuvarlara bağlı olarak kanda gezerken, bazıları da serbest olarak yüzerler, hepsinin tek bir ortak gayesi vardır: zararlı maddeleri ortadan kaldırmak.

Hiçbir şuura veya akla sahip olmayan hücreler, vücuda giren yabancı bir hücreyi hiç tanımadıkları hâlde hemen ona uygun başka bir hücre üretebilmekte ve bu hücre oluşur oluşmaz, vücudun ilgili yerine gitmektedir. Hedefe kilitlenmiş birer füzeye benzetebileceğimiz antikorlar, vücuda yabancı olan her türlü maddeyi yani "antijenleri" hedefler, bulur ve yok ederler.

 Antikorlar diğer savunma elemanlarına göre daha güçlü bir tesire sahiptirler çünkü sadece belli bir bakteri, virüs ya da herhangi bir yabancı madde için özel olarak üretilmişlerdir. Bu bakımdan antikor-antijen münasebeti anahtar-kilit ilişkisine benzer; antikor gider kendisine uygun yapıdaki antijene yapışır. Aralarında başlayan savaşta antikorlar antijenleri yok ederler ve genellikle de savaşı kazanırlar.

Antikorların sanki şuurluymuş gibi yaptıkları bu hareketler sayesinde, etrafımızı saran milyarlarca mikrop arasında rahatça yaşarız. Eğer bakteriler normal olarak vücut içinde yaşayan organizmalar olsalardı, "aynı ortamda oldukları için antikorların bakterileri bir süre sonra tanıdığı ve bu sayede karşı savunma yapabildikleri" şeklindeki evrimci iddia söylenebilirdi.

Hâlbuki bu durum gerçekle örtüşmemektedir. Antijenler tamamen dış ortama ait olan ve vücudun yapılarını tanımasına hiçbir şekilde imkân olmayan maddelerdir. Antijenler vücuda girer girmez savunma hücreleri bunları bulur ve yok e-derler. Bu nasıl olmaktadır?

Bir hücrenin kendi kendine başka bir hücre türünü nasıl yok edeceğini bulması, savunma taktikleri geliştirmesi mümkün müdür? Kendi bulunduğu ortamdan tamamen farklı bir ortamın elemanı olan ve daha önce hiç görmediği, bırakın yapısını; ne olduğunu, ne işe yaradığını dahi bilmediği, zarar verir mi vermez mi bunu bilmesinin bile imkânının olmadığı bir düşmana karşı, savunma yapacak şekilde taktik ge-liştirebilen bu hücrelerin, üzerinde onları bilen bir ilmin ve hükmeden bir iradenin varlığı çok açıktır.

Hem hücredeki bu mükemmel plânın, hem de hücrenin bu plâna harfiyen uymasının, kısacası hücrenin şuurlu hareketlerinin açıklaması ise tabii ki tesadüfler sonucunda oluşan bir gelişim değildir. Ortada mükemmel bir plân vardır ve bu plân da bizi tek bir Yaratıcının varlığına götürür. 

Canlılığın tesadüfler sonucunda, hiçbir bilinçli müdahale olmadan oluştuğunu iddia eden bir kısım evrimciler, hücreyle ilgili her konuda sayısız itiraflarda bulunmuşlardır. Antikorlar da, evrimcileri çıkmaza sokan binlerce konudan sadece biridir. Nitekim Türkiye'deki evrimci profesörlerden birisi antikorla ilgili evrimcilerin çaresizliğini şöyle dile getirmektedir:

"Plazma hücreleri (antikor üreten akyuvarların bir türü) bu bilgiyi nasıl ve hangi formda elde ederek, ona göre özgül şekillenmiş antikoru üretebilmektedir? Bugüne kadar bu sorunun kesin bir açıklaması yapılamamıştır..."

Görüldüğü gibi antikorlar tabiatta ortaya çıkan çok sayıda birbirinden farklı antijeni tanıyıp onları tamamen yok edecek şekilde bir taktik izleyebilirler. Fakat bundan daha enteresan olanı, lâboratuarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen sunî antijenleri bile tanıyan antikorların bulunmasıdır. Vücudun içindeki bir mekânizmanın dış dünya hakkında bu denli şaşırtıcı netlikte bilgilere sahip olması, bu konuya evrim teorisinin iddialarıyla açıklama getirmeye çalışan bilim adamlarını içinden çıkılamaz bir sıkıntıya sokmaktadır.

Nitekim yine aynı evrimci profesör, antikorların sunî antijenleri tanımaları ile ilgili olarak şöyle demiştir:

"Fakat yirminci yüzyılda yapay olarak senîezlenen bir kimsayal maddeye karşı antikor yapma düzeneğini çok daha Önceden geliştiren bir hücre kâhin demektir!"

Allah'ın varlığını her ne pahasına olursa olsun kabul etmemeye şartlanmış olan evrimciler, bu ideolojileri uğruna hücreleri kâhin olarak kabul etmeyi dahi göze alabilmektedirler. Ancak inkâr edenlerin, hangi delili görürlerse görsünler Allah'a inanmayacakları Kuran’da bildirilmektedir:

"Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, oradan yukarı yükselseler de, mutlaka: 'Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir.' (Hicr, 14-15)

Pıhtılaşma

Kan diğer sıvılara göre çok farklı bir davranış şekline sahiptir. Herhangi bir sıvı ile dolu bir kap sızıntı yaptığında bu sıvı dışarı doğru akacaktır. Akış hızı ise sıvının yoğunluğuna bağlıdır. Meselâ bal sudan daha ağır akacaktır; fakat neticede kap tamamen boşalacaktır. Bu kap özel bir dolgu malzemesi ile sıvanmadığı takdirde, içindeki sıvıyı tutamayacaktır. 

Fakat bunun aksine insanın vücudundaki bir yeri kesildiğinde ve bir süre yara kanadığında, bir pıhtı bu kanı durduracaktır dahası bu pıhtı zamanla sertleşerek yaranın iyileşmesini sağlayacaktır. Bir yerimiz kanadığında, kanın hemen durmasına ve pıhtılaşmasına çok alışmışızdır. Ancak biyokimyevî araştırmalar, aslında kanın pıhtılaşmasının birçok özel proteinin ortak ve çok karmaşık bir çalışması ile ortaya çıktığını göstermiştir. Bu karmaşık ve çok fazla detayı olan faaliyet, en basit şekliyle şöyle anlatılabilir:

Fibrinojen, kanda pıhtıyı oluşturan temel maddenin henüz olgunlaşmamış hâlidir ve plazma içinde erimiş hâlde bulunur. Bir kesik ve yara ile karşılaşana kadar da damarlar içinde yüzer. Fibrinojenin pıhtılaşma olayında rol oynayabilmesi için aktif hâle gelmesi gerekmektedir. Bunun için de trombin adındaki bir başka protein, pasif ve erimiş olarak gezen fibrinojeni (moleküllerini fibrin hâline getirir), aktifleştirir. 

Dış yüzeyinde yapışkan parçalara sahip olan fibrin molekülü, bu yapışkan parçalar sayesinde diğer fibrin moleküllerine bağlanabilir. Fibrin molekülleri bu şekilde uzun zincirler oluşturur ve âdeta bir balık ağı gibi birbirlerinin üzerlerinden geçerler. Sonra bu ağla yaranın üzerindeki ilk pıhtıyı oluştururlar. İlk pıhtı için mümkün olduğunca az miktarda protein kullanılmaktadır. Bunun sebebi daha sonraki safhalarda çok sayıda proteine ihtiyaç duyulacak olmasıdır.

Pıhtılaşmayı hızlandıran veya engelleyen 40'tan fazla madde kanımız içinde bulunur. Pıhtılaşmayı başlatıcı ve yürütücü reaksiyonlar zincirindeki birçok madde, Faktör I, II, III, v.s. şeklinde rakamlarla ifade edilir. Bu rakamlar aktifleşme sırasına göre verilmiştir. Bütün bu proteinler kendilerinden bir sonraki proteini işler hâle getirmeye yararlar. Biri olmadan diğeri hiçbir olumlu tesir oluşturamaz.

Dolayısıyla evrimcilerin iddia ettiği gibi zaman içinde ve kademe kademe bir oluşum söz konusu olamaz. Zira bu iddiaya göre, bir protein önce oluşup sonra diğerlerinin tesadüfen oluşacağını, bilmeli ve beklemelidir. Hem de aynı yerde, milyonlarca sene boyunca hepsinin oluşup sonra birleşmeleri gerekecektir. Böyle bir iddia son derece akıl dışı ve tamamen hayal gücüne dayalıdır.

Kaldı ki, iş proteinlerin oluşması ile de bitmez. Bu proteinler, hayatlarının her anında son derece şuurlu, plânlı, disiplinli ve görev bilinci ile hareket ederler. Herhangi bir kontrolsüzlük olsa ve kandaki proteinler kendi kendilerine aktif hâle geçseler, damarlarda tıkanma tehlikesinin ortaya çıkması söz konusu olabilecektir. Yine bir kontrolsüzlük olsa proteinler yaranın yanından geçecekler ama aktif hâlde olmadıkları için pıhtılaşmayı başlatamayacaklardır.

Kan akışının durması için sadece pıhtılaşmanın başlaması yeterli değildir. Ayrıca pıhtılaşmanın bütün kana yayılmaması ve sadece yaralı bölgeyi içine alması, yara iyileşince de pıhtının ortadan kalkması, gibi çok önemli detaylar da vardır.

Eğer bir sağlık problemi yoksa bütün bu işlemler her zaman yolunda gider. Her şey yerli yerinde gelişir ve aksilik olmadan bütün proteinlerin sırayla etkileşimi sonucunda pıhtılaşma oluşur.

Kısaca anlatılan bu karmaşık işlemlerin gerçekleşmesini sağlayan bütün elemanların, hepsinin aynı anda oluşması gerektiği çok açık ortadadır. Bunlar evrimcilerin iddia ettiği gibi teker teker ya da nasıl denk gelirse, tesadüfen oluşacak sistemler değildir. Evrimciler bütün bu işlemleri sırasıyla anlatıp, proteinlerin bütün özelliklerini teker teker sıralayıp, arkasından sıra nasıl oluştuğu sorusunu açıklamaya gelince "bu şu anda açıklayamadığımız bir evrim mucizesidir" gibi açıklamalarla cevap vermeye çalışırlar.

San Diego California Üniversitesi'nden, Moleküler Genetik Merkezi'nde biyokimya profesörü olan Rus sel Doolittle pıhtılaşmanın evrimi üzerinde çalışmalarda bulunan meşhur bilim adamlarından biridir. Doolittle kanın pıhtılaşması ile ilgili yazdığı makalelerden birine şu soruyu sorarak başlamaktadır:

"Bu kompleks ve hassasiyetle dengelenen süreç nasıl evrimleşmiş olabilir? Paradoks burada yatıyor eğer her protein başka bir proteinin aktivasyonuna bağlı ise, bu sistem nasıl meydana gelmiştir? Bu düzen tamamıyla oluşmadan bu sistemin parçalarından biri ne işe yarardı?"* Evrim teorisi açısından canlıların bu gibi mükemmel ve akılları durdurucu özellikleri tabii ki büyük bir açmazdır. 

Buna rağmen yine de ilmî araştırmalarla çok açık olarak gösterilmiş olan dizaynı görmezlikten gelip, kendi dogmalarıyla canlılığa açıklama getirmeye çalışırlar. Çünkü sonucun onları bir Yaratıcıyı kabule götüreceğinin farkındadırlar. Ortada çok açık bir tasarım, çok müthiş bir düzenleme varsa, bir düzenleyici ve Yaratıcı da vardır ve bilimin her sene kaydettiği gelişmeler bu gerçeği sürekli gözler önüne sermektedir.

Koyun can derdinde kasap et derdinde. Biz insan üzerinde dış etkenlere karşı koruyucu meleklerin varlığından söz etmiştik asıl amacımız bu idi fakat insan vücudunda alacağımız dersler dışında da mükemmel bir bilgiye sahip olduk yazarımızın elleri dilleri dert görmesin.

Melek tanımını insanların hizmetine amade olmuş insanların fiziki ve mana yapısı da dâhil olmak üzere insanın dışında yaratılmış olan bütün varlıklar olarak tanımlamıştık. Bu makalede insanın yaşamına hizmet vermek için nasıl kendi görevlerinde kusur etmeden çalıştıklarını gördünüz dinlediniz. Allah bize böyle bir nimet vererek bizden sadece kul olmamızı ve kendisinden başka rab tanımamızı istediği halde maalesef insan çok nankörlük etmektedir.

Bundan bin beş yüz yıl önce insandaki koruyu meleklerin ne olduğunu bir insan dan olan peygamber nerden bilsin vücuttaki meleklerin insanları hem kendi içlerinde üretilen hem dışarıdan gelen düşmanlara karşı nasıl vücudu koruyacağını anlayamazdı anlamamıştı da işte bu kuran rahman ve rahim olan Allahın göndermesidir.

GÜNEŞ DE AKIP GİTMEKTEDİR


Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün Olan ve Bilenin takdiridir.
36Yasin Suresi 38

Tarihin çok uzun bir döneminde insanlar Dünya'yı sabit, Güneş'i ise Dünya'nın etrafında dönüyor zannetiler. Sonra Kopernik, Kepler, Galileo ile başlayan süreçte ise insanlar Güneş'in sabit bir şekilde ortada durduğunu, Dünya'nın ise sabit bir Güneş'in etrafında döndüğünü zannettiler. Bilimde devrim sayılan bu keşif çok önemliydi ama Güneş'in bu modelde sabit, durgun sayılması yanlış bir kanaatti.

Daha sonra ise gelişmiş teleskopların sayesinde ve kozmoloji biliminin oluşturduğu birikimle Güneş'in de hareket ettiği, Dünya'nın hareket eden bir Güneş'in etrafında döndüğü anlaşıldı. Oysa Güneş'in bu hareketi Kuran'da 1400 yıl önceden açıklanmıştır. Güneş'in Dünya etrafında kısır döngü yaptığı fikrine ve Güneş'in hareketsiz bir şekilde durduğu fikrine karşın Yasin Suresi'nin 38. ayeti, Güneş'in bir hedefe doğru akıp gittiğini söyleyerek doğru modeli ortaya koymuştur. Böylece Kuran birçok konuyu olduğu gibi Güneş'in hareketini de doğru şekilde açıklayan bilinen ilk kaynaktır.


KURAN'IN TARZI VE BİLİMİN TARZI
Bir bilim kitabı ortaya koyduğu tezlerin ispatlarını, çıkış noktalarını göstermeye çalışır. Oysa Kuran her tezinin ispatlarını gösterme çabası gütmez. Kuran, Evren'in Yaratıcısının gönderdiği vahiydir ve Evren'i, Yaratıcısının diliyle, bir bilim kitabından farklı bir üslupla açıklar.

Evren hakkındaki en temel bilgilerin Kuran'da ortaya konulmasından bin yılı aşkın bir zaman sonra ancak öğrenilebilmesi, Kuran'ın birçok ayrı konuda açıklamalar yapıp hiçbir konuda hataya düşmemesi, Kuran'ın, Evren'in Yaratıcısının kitabı olduğunun delilidir. Kuran, bir bilim kitabı gibi neden, niçin, ispat, bilimsel birikim gözetmeden doğrudan sonucu ortaya koymaktadır. Bilim ise tüm bu aşamaları katederek sonuca ulaşmakta; fakat sonunda ulaşılan sonuç Kuran'ın baştan söylediklerinin doğruluğunu ispatlamaktadır.

Görüldüğü gibi Kuran'ın doğrudan sonucu ortaya koyuşu ile, bilimin deneylerden, gözlemlerden, formüllerden geçen süreci farklıdır ve farklı da olmalıdır. Bilim sonuç ortaya konmuş olsa da tüm bu basamakları aşmak ve kendi yöntemiyle sonuca ulaşmak zorundadır.

Bu yol bilimsel bilgi yapısının bir zorunluluğudur. Nitekim Kuran'ın gerek Evren'de, gerek Dünya'da araştırmalar yapmamızı söyleyen ayetleri bu yöntemi teşvik edici özelliğe sahiptir. Kimse bizim bu yazdıklarımızdan Kuran'ı ve bilimi yarıştırdığımızı sanmasın. Bizim göstermeye çalıştığımız, Kuran'ın bilimsel basamakları takip etmeksizin doğrudan bilimsel sonuçları veren açıklamalarının, bilimsel basamakların çıkılmasıyla onaylandığı, Kuran'ın mucizesinin doğrulandığıdır. Kuran Evren'in Yaratıcısından gelmektedir.

Evren'in Yaratıcısı ise zaten Evren ile ilgili tüm bilgilere sahiptir. Bu yüzden Allah, Kuran'da, Kuran'ın indiği dönemde bilimin ulaşmasına imkân olmayan bilgileri, insanlara sonuç olarak aktarır. Günü gelince bilim, formüller oluşturarak kullanır, gözlemler yapar, teknolojik buluşlarını gözlemlerde kullanır ve bilimsel birikim genişler. İşte bilimin takdire değer çabalarıyla varılan bu sonuçlarının önemli bir kısmı, Evren'le beraber bilimsel kuralları da Yaratanın kitabında önceden açıklanmıştır.

GÜNEŞ'İN HIZI
Güneş saatte 700.000 km'den daha büyük bir hızla Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı'na doğru hareket etmektedir. Dünya'nın hem kendi ekseni etrafında, hem Güneş'in etrafında dönerken, aynı zamanda Güneş sistemiyle beraber hareket ettiği de unutulmamalıdır.

Güneş her sabah doğmakta, her akşam batmaktadır. Fakat tüm bu doğuşları ve batışları her seferinde Evren'in ayrı bir noktasında gerçekleşmektedir. Dünya, Evren'de hiçbir zaman aynı noktadan bir daha geçmeden hareket eden bir Güneş'in etrafında yolculuk yapmaktadır. Kitabımızın sırf bu bölümünün başından bu satırlara kadar geçen süre içinde Güneş'in ve Güneş'e bağlı olarak Dünya'mızın bir kaç bin kilometre yol katettiğini düşünürsek ve inanılmaz hızdaki hareketlerden en ufak bir şekilde negatif olarak etkilenmediğimizi hatırlarsak, Allah'ın muhteşem düzeni ile karşı karşıya olduğumuzu kavrayabiliriz.

GÜNEŞ'İN DOĞDUĞU YERLER

O, Evren'in ve yeryüzünün ve bu ikisi arasındakilerin Efendisi'dir, doğuların (Güneş'in doğduğu yerlerin) da Efendisi'dir O.
37 Saffat Suresi 5

Taşkın Tuna, Saffat suresi 5. ayetinin mucizevî işaretini şöyle açıklar: "Dünya'mızın da çok değişik hareketleri vardır. Uzay'ın bir noktasından bir daha geçmemek üzere bütün sistemle birlikte Dünya da hareket halindedir. Dünya'nın yuvarlak oluşu sebebiyle bir yerde doğan Güneş aynı anda bir başka yerde batıyor. Gece gündüzü, gündüz de geceyi kovalıyor. O halde Güneş'in doğduğu "yer" değil, "yerler" söz konusudur. Yerkürenin her noktası için sabah saatleri değişiktir. Her yer ayrı ayrı saniyelerde Güneş'in doğuşunu bekliyor...Güneş'i Uzay'ın bambaşka yerlerinden "doğarken" seyrediyoruz. Güneş aynı Güneş, Dünya aynı Dünya, ama Uzay'ın yeri değişik..." Taşkın Tuna, Kuran'ın, Güneş'in doğduğu yerleri çoğul bir ifadeyle değerlendirmesindeki inceliği bu şekilde
açıklamaktadır.

Her sabah doğarken gördüğümüz Güneş'imiz dev bir nükleer reaktördür. Hidrojen atomlarını helyuma dönüştürerek çalışan bu reaktörümüz, çok mükemmel bir şekilde ayarlanmış olarak görevlerini yerine getirmektedir. Kuran'ın anlattığı şekilde karar noktasına; duracağı, son bulacağı yere doğru hareket halindeki hayat kaynağımızın, bu çok hızlı hareketinde, hassas dengelerin hiçbiri değişmeden Evren'de yolculuk etmekteyiz. Düşünen, araştıran ve samimi şekilde Kuran'ın ve Evren'in ayetlerini (delillerini) değerlendirenler Allah'ın kudretini ve Kuran'ın mucizelerini göreceklerdir.

29/43-İşte bunlar bizim insanlara verdiğimiz örneklerdir. Ancak bilgi sahiplerinden başkası bunlara akıl erdiremez.

KURAN HER ŞEYİN ÇFT YARATILDIĞINDAN SÖZ EDER İLİMLER DE AYNISINI SÖYLER.

42/11- O, göklerin ve yerin Yaratıcısı'dır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O'nun benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.

50/7- Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik.

BİR ALINTI

Yazı Türü: BİYOLOJİYerin bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah çok yücedir. (Yasin Suresi, 36)

Erkeklik-dişilik, “çift” kavramının bir karşılığı olmakla birlikte, ayette bahsedilen “bilmedikleri nice şeylerden” ifadesi daha geniş bir anlam içermektedir. Nitekim günümüzde ayetin işaret ettiği anlamlardan biri ile karşılaşmaktayız. Maddenin çiftler halinde yaratıldığını ortaya koyan İngiliz bilim adamı Paul Dirac, 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazanmıştır. Bu buluş, maddenin anti-madde denilen bir çifti olduğunu ortaya koymuştur. Antimadde, maddenin tersi özellikler taşır. Örneğin maddenin tersine antimaddenin elektronları artı, protonları da eksi yüklüdür.

Yaratılıştaki çiftlere bir diğer örnek de bitkilerdir. Botanikçiler bitkilerde cinsiyet ayrımı olduğunu ancak 100 sene evvel keşfedebilmişlerdir.

Çiftler şeklinde yaratılma konusu sadece bitkilere ve hayvanlara has mı?

Değerli Kardeşimiz


Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın, zaman üstü haber verdiği ilmî hakikatlerinden biri de, her şeyin çift yaratılması hususudur. 'Her şeyi çift (erkek-dişi) yarattık ki düşünüp ders alasınız.' (Zâriyât, 51/49) ayeti, bu gerçeği ifade adına fevkalâde önemlidir. Öyle ki, zerrelerden kürelere, oradan sistem ve galaksilere kadar her yerde ve her şeyde bu gerçeği görmek mümkündür: İnsanlar ve hayvanlar çift çift olarak yaratılmıştır. Bitkilerin yaratılışı da aynı şekildedir.


Erkeği-dişisi, ilkah-telakkuhu ile her yerde aynı durum söz konusudur. Bitkilerde tozlaşma olsa da, erkek tohum, dişisiyle buluşmadığı müddetçe onların hayatlarını ve nesillerini devam ettirmeleri mümkün değildir. Keza, insanın vücuduna bakıldığında da aynı kanunun cârî olduğu müşahede edilmektedir; zira vücuttaki hücrelerin temel yapısı olan atomlar, eksi-artı yüklü bir kısım temel taşlardan müteşekkildirler.


İnsanla alakalı bu bedîhî hakikati Kur'an da şöyle ifade eder: 'Ondan erkek ve dişi olarak her iki cinsi yarattı.' (Kıyâme, 75/39)


'Orada (yeryüzünde) bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O (Allah)'dur.' (Ra'd, 13/3) ayet-i kerimesi ise, meyvelerin de çifter çifter (dişili-erkekli) yaratıldığını hatırlatır. Bu ayette 'küll' kelimesi, Türkçe'de, 'Her, bütün, her şey' manalarına gelmektedir. Bu kelime, kendisinden sonra gelen kelimeye muzâf olur. Arapça'da buna 'izafet terkibi' Türkçe'de ise 'tamlama' denilmektedir. Terkipteki ikinci kelime, ya marife (bilinen) veya nekire (bilinmeyen) olur. Eğer bu kelime marife olursa, bir varlığın bütün parçalarına şâmil olur. Şayet nekire olursa, bu defa da o nesnenin umum efradını içine alır. Ayet-i kerimede 'şey' nekreye izafe edilmiştir. Dolayısıyla, bundan ne kadar 'şey' (nesne) varsa, hepsinin çift olarak yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır.


Yâsîn sûre-i celilesinde ise, 'Ne yücedir O Allah ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeyleri hep çift yaratmıştır.' (Yâsîn, 36/36) buyrularak daha önce icmâlî verilen 'çift yarattık' sözü, burada biraz daha tafsil edilmiştir. Bu ayette evvela her şeyin çift yaratıldığına dikkat çekilmiş, sonra da yerin bitirdiği, ot, çiçek, ağaç vs.. gibi varlıkların hepsi dişi ve erkek olmak üzere bu umumi kanunun şümulüne dahil oldukları vurgulanmıştır.

'Ve nefislerinizden de..' Yani sizin nefislerinizde bulunan şeyler de çifttir. Siz, kadın-erkek olarak çift yaratıldığınız gibi vücudunuz da bu kaidenin dışında değildir. Orada da artı-eksi değerler mevcuttur.

Kur'an, 'Daha bilmedikleri nice şeyleri de hep çift olarak yaratmıştır.' ifadesiyle ise muhataplarına şu hususu hatırlatmaktadır: 'İnsanlar ve hayvanlar dişi ve erkek olmak üzere çift çift yaratıldığı gibi bitkiler de çifter çifter yaratılmıştır. Dolayısıyla aralarında aşılama olmadıkça üreme olmayacaktır. Ancak sizin bilmediğiniz daha nice çiftler vardır ki, onları da ileride göreceksiniz. Şu andaki ilim ufkunuz, araştırma imkanlarınız bunu tespite kâfi değildir. Ne var ki ileride ilim ve fen inkişaf edecek ve siz daha bir sürü varlığın çift yaratıldığını görebileceksiniz. Biz, en büyük sistem ve galaksilerden, yıldızlar ile güneş arasındaki itme-çekmeye oradan da en küçük âleme, insan, hayvan, ot, tohum ve atomun içindeki temel unsurlara kadar her şeyi çift olarak yarattık.'

Maurice Dirac, elementer parçacık pozitronun keşfedilmesiyle çift yaratılma temel ilkesini kurmuştur. Elektron, atomu meydana getiren temel elemanlardan biridir. O, negatif olarak, en küçük elektrik yük birimine sahiptir. Pozitron da elektronun kütlesi kadar kütleye sahip olmakla birlikte onunkinin aksine pozitif elektrik yükü taşıyan elementer bir taneciktir.


Fiziğin temel yapılarından biri olan 'çift yaratılma' kuralına göre, kâinatın herhangi bir noktasında bir partikül yaratılınca, onunla birlikte otomatik olarak ikizi, yani zıt olanı da meydana gelmektedir. Bunların en meşhurlarını şöylece sıralayabiliriz:

1) Elektronun zıt ikizi pozitron.

2) Protonun zıt ikizi antiproton.

3) Nötronun zıt ikizi antinötron

4) Nötrinonun zıt ikizi antinötrino.


Maddenin daha da derinliklerine inildiğinde yine çiftlerle karşılaşılmaktadır. Bilindiği gibi hemen her madde atomlardan, atomlar da proton, nötron ve elektronlardan oluşmaktadır. Protonlar ve nötronlar da 'kuark' denilen partiküllerden meydana gelmektedir. Bunlar da çiftler halindedirler. Şöyle ki:
Yukarı (up), aşağı (down);

Tuhaf (strange), tılsım (charm);

Üst (top), alt (bottom).


En son bulunan üst kuarkın varlığı sadece teorik olarak biliniyordu. Standart modele göre partiküller de çiftler halinde olmalıydı. Bulunan beş kuarkı altıya tamamlayacak bir kuarkın bulunması gerekiyordu. 440 ilim adamı bu gerçekten hareket ederek 17 yıl süren hummalı bir çalışmanın sonunda 1995'te üst kuarkı da bularak maddenin sırlarını keşfetme adına büyük ilerlemeler kaydettiler.

Atomun pozitif yükü çekirdeğinde, negatif yükü ise diğer kısımlarındadır. Öyle ise çekirdeği negatif, elektronları da pozitif olan atomlar niçin olmasın! Yani maddenin zıt eşi niçin olmasın! Bu sahanın mütehassısları, yıldızlar, güneş, gaz ve tozlardan meydana gelen galaksimizde anti maddenin varlığını kabul etmektedirler.

Belki de astronomların teleskoplarla gördüğü yıldız sistemlerinin bazıları tamamen anti maddeden ibarettir. Kâinatın yaratılışında ve işleyişinde temel rol oynayan elektriğin de pozitif ve negatif olmak üzere iki cinsinin bulunduğu ilk defa 1733 yılında keşfedilmiştir. Aynı cins elektrik yükleri birbirini iterken zıt yükler de birbirini çekmektedirler.

Ayrıca bir mıknatısın iki ucunda güney ve kuzey olmak üzere birbirine zıt iki kutbu olduğu bilinmektedir. Öyle ki bir mıknatıs ne kadar küçük parçacıklara ayrılırsa ayrılsın her seferinde iki ayrı kutup meydana gelir. Yani tek kutuplu bir mıknatıs meydana getirilemez. Tıpkı elektrikte olduğu gibi aynı kutuplar birbirini iter, zıt kutuplar da birbirini çekerler. Dünyamız da dev bir mıknatıs gibidir ve kuzey ve güney olmak üzere iki zıt kutba sahiptir.

Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın, asırlarca önce söylediklerini yukarıda gördük; ilmin söyledikleri de bunlar. Aradan bunca asır geçmesine ve ilim, her geçen gün baş döndürücü bir şekilde inkişaf etmesine rağmen değişen fazla bir şey yoktur. Kur'an'ın o gün söyledikleri, o günün ilim ve mantalitesi için ne kadar geçerli ise, bugünün ilim ve mantalitesi için de aynen geçerlidir. İşte bütün bunlar, Kur'an'ın, ezel ve ebed sultanı Allah'ın (cc), mu'ciz bir kelâmı olduğunu göstermektedir.

Selam ve Dua ile..
.Prof.Dr.Adem TATLI


KÂİNATTA TEMEL OLARAK İKİ YARATIK OLDUĞU SÖYLENİR.
Ama insanlar bunu daha keşfedemediler. Bildiğim kadarıyla. Bunun da sebebi kuranı kurandan anlamak için uğraşanların yok denecek kadar azlığından kaynaklanmaktadır.

2/30- Hani Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz Seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" dediler. (Allah:) "Şüphesiz sizin bilmediğinizi Ben bilirim" dedi.

MELEKLER VE İNSANLAR
Melekler: İnsanların emrine amade olarak yaratılmıştır. Bu sebeple onlarda akı ve irade yok yol seçme seçeneği de yoktur. Onlara Allah hangi görevde ise o görevlerindeki bilgileri kotlamış ve onlar görevlerinin dışına çıkmadan secdelerini hem Allaha hem de insanlara yapmaktadırlar.

İnsanlar: Meleklerden yaratılış olarak kendilerine iki yola gidebilme eğilimi verilerek akıl, takva, nefis olgularıyla farklılaşarak yol seçme hakkını insanın kendisine verilmesiyle denemeye tabi tutulmuş olan varlıklardır. İşte kuran meleklerle insanların farklılığını şöyle anımsatır.

33/70- Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve sözü doğru söyleyin.

33/71- Ki O ( Allah), amellerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse, artık o en büyük kurtuluşla kurtulmuştur.

33/72- Gerçek şu ki, Biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.

33/73- Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azaplandıracak; mümin erkeklerin ve mümin kadınların tövbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Kâinatta baka bir varlık çeşidi yok gördüklerin ve göremediklerin ya melekler kategorisinden ya da insanlar kategorisindendir. İnsanlar attıkları her adımdan konuştukları her sözden hatta kalplerinden geçirip de yapmak istedikleri fakat yapamadıkları iyilik ve kötülüklerden de sorumludurlar.

Doğrularım Allah'a yanlışlarım ise bana aittir

ALİ RIZA BORAZAN
MERSİN ANAMUR.
http//kuranianlamametodu.blogspot.com
alirizaborazan@hotmail.com

Hiç yorum yok: