28 Aralık 2009 Pazartesi

NAMAZ HAKKINDA


RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA!


Korkut kardeş Kuran'da namazın olmadığını söylüyor ve nereye dönüleceğinden söz ediyor. Kıbleyi Kuran model alınması gereken bir yaşam biçiminin dönüleceği yön ve insanların yaşamaları gereken bir hayat tarzı olarak anlatmaktadır. Devamlı söylüyorum  Allah, her şeyi çift yaratmıştır.

51/49- Ve Biz, her şeyi iki çift yarattık. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürsünüz. 

Nereye bakarsan bak yalın halde de Allah'tan başka hiçbir şeyi tek olarak düşünemezsin göremezsin. Müslüman olanların arzuladığı ve kendilerine model almaları gereken yaşam tarzı Hazreti İbrahim peygamberin yaşadığı hayatı kuran örnek vermektedir. Bunu Hem de dönülen yön olarak da namazla sembol haline getirmiştir.

2/124- Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle denemişti. O da (istenenleri) tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim'e): "Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım" dedi. (İbrahim) "Ya soyumdan olanlar?" deyince (Allah:) "Zalimler Benim ahdime erişemez" dedi.

Burada imam kelimesi geçiyor diye sadece önde namaz kıldıran anlamında alırsan olur mu? Kuran Burada İmam kelimesini Allah'ın insanlar içerisinde örnek bir yaşamı sergileyebilen canını ve sevdikleri bütün varlığını Allah uğruna gözünü kırmadan verebilen anlamında insanlara model bir örnek sunmuştur. Her türlü bağımlılıktan uzak şirklerden kendisini arındırmış, tevhit akidesini doruğa ulaştırmış bir yaşam biçimini sergilemiş olarak örnek bir peygamberi örnek vermiştir.

Bakınız Kıble kelimesini son peygamber için de kullanmıştır.

2/143- Böylece Biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şahid olsun. Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Ka'be'yi) kıble yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırt etmek içindir. Doğrusu (bu,) Allah'ın hidayete ilettiklerinin dışında kalanlar için büyük (bir yük)tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.

Burada parantez içindeki mütercimin yorumu. Asıl peygamberin yaşam biçimini insanların örnek alacak ve iman edenlerle iman etmeyenlerin yaşam biçimlerindeki farklılığın ölçüsü mihengi terazisi olarak tanımlamış. O modele uyan insanların o yöne döndüklerini anlatmak istemiştir. Elbette Allah'a bir mekân ve şekil tahsis edilemez. 

Peki, buna itiraz edenlere soruyorum nereye dönelim? Neyi kendimize örnek alalım? tevhit akidesine sahip olanlar yönünü kabeye dönmeye kabeye tapmak için değil, Allah'a tapmak için Allah'ın arzuladığı yaşam biçimine insanların kavuşmaları anlamında bunlardan söz etmiştir.

2/125- Hani Evi (Ka'be�yi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri kılmıştık. "İbrahim'in makamını namaz yeri edinin", İbrahim ve İsmail'e de, "Evimi, tavaf edenler, itikâfa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temizleyin" diye ahid verdik.

Yani iman edenler yaşam biçimlerini Hazreti İbrahim’in örneklik teşkil eden hayat namazı anlamında söylenmiştir. Ama insanların hangi dinde hangi mezhepte hangi cemaatte olurlarsa olsunlar yaşamak istedikleri doğru olan Allah katında hüsnü kabul görülecek olan hazreti İbrahim’in ortaya koyduğu namaz ve yöneliştir. Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı denildiği gibi, İnsanların dönüp dolaşacağı yerde Allah'ın Hazreti İbrahim'de örnekliğini verdiği yaşam biçimidir.

2/148- Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.

2/149- Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescidi-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden olan bir haktır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

2/150- Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Siz de) Her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. Öyle ki, onlardan zulmedenlerin dışında insanların, size karşı bir delilleri olmasın. Onlardan korkmayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz.

Bu ayetlerden Dönme yok deyip de sadece yaşam var demek doğru olmaz. İman etmeyenlerin kendilerine göre taptıkları bir yön bir yaşam biçimi varsa, iman edenlerin yaşam biçimlerini bir taraftan Allah bir örnekle belirlemiş ve insanları bir yöne dönmelerini istemiştir.

Neden herkes kendilerine örnek aldıkları bir ideoloji adamlarının yaşadıkları hayatı kendilerine örnek alarak öldükten sonra ona bağlılıklarını ortaya koymak için bir put dikip senenin belirli günlerinde ona bağlılıklarını ifade etmek için önüne geliyorlar? 

Bu Tapma olayı insanların yaratılışında var ama Allah yaratıklara değil kendine insanların tapmalarını istemektedir. Tapma da ona olan bağlılığı yaşamlarında göstermek ve bunu da sembolleştirerek Allah'a tapanlarla Allah'ın dışındakilere tapanları hem insanların kendileri arasında hem de kendisine tapılıp tapılmadığını ayırt etmek için sembolleştirerek namaz kılmalarını emretmiştir.

Tamam, Namaz Kavramı bu güne kadar iman ettim diyenler arasında ifrat ve terfide vardıysa o Kuran'ın suçu değildir. O insanların suçudur. Bir takım kelime oyunları ile namazın olmadığını söyleyerek Kuran'daki iman edenlerle iman etmeyenler arasındaki asıl farkı ortaya koyan namazın olmadığını söylemek bence arkasında iyi bir niyetin olmadığını gösteriyor.

4/100- Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da. Allah'a ve Resûlü�ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.

4/101- Yeryüzünde adım attığınızda (yolculuğa ya da savaşa çıktığınızda), kafirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kafirler, sizin apaçık düşmanlarınızdır.

4/102- İçlerinde olup onlara namazı kıldırdığında, onlardan bir grup, seninle birlikte dursun ve silahlarını (yanlarına) alsın; böylece onlar secde ettiklerinde, arkalarınızda olsunlar. Namazlarını kılmayan diğer grup gelip seninle namaz kılsınlar, onlar da 'korunma araçlarını' ve silahlarını alsınlar. Küfredenler, size apansız bir baskın yapabilmek için, sizin silahlarınızdan ve emtianız (erzak ve mühimmatınız)dan ayrılmış olmanızı isterler. Yağmur dolayısıyla bir güçlüğünüz varsa veya hastaysanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir sorumluluk yoktur. Korunma tedbirlerinizi alın. Şüphesiz, Allah kafirler için aşağılatıcı bir azap hazırlamıştır.

4/103- Namazı bitirdiğinizde, Allah'ı ayaktayken, otururken ve yan yatarken zikredin. Artık 'güvenliğe kavuşursanız' namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz, mü'minler üzerinde vakitleri belirlenmiş bir farzdır.

4/104- (Düşmanınız olan) Topluluğu aramakta gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da, sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz, onların umud etmediklerini Allah'tan umuyorsunuz. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.

Gören gözler için peygamberin önderliğindeki bu namaz tarifi yetmiyor mu ki, lafı çarpıtıyorlar? Eğer burada tarif edilen namaz sadece yaşam biçiminin tarif edildiği namaz ise, neden hangi namaz için iman edenleri abdest almaya davet ediyor? Veya buradaki abdest temizlik oluyorsa, neden su bulunmadığı zaman teyemmüm almaya davet ediliyor? Yüzünü, toprağa ellerin sürülerek, mesh edilmesi yüze  sürülmesi insanın yüzünü temizliyor mu? Burada Kastedilen temizlik kişilerin Allah'a bağlılığını emrinin yerine getirilmesini istiyor.

5/6- Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayın.) Eğer cünüpseniz temizlenin (gusül edin); eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayak yolundan (hacet yerinden) gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz.

4/43- Ey iman edenler, sarhoş iken, ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolculukta olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayakyolundan (hacet yerinden) gelmişseniz yahut kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin, (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

Hadi manevi bir temizliğin olmadığını söylesinler bu gusülü nasıl anlamak lazım o zaman?

Bu kadar ayrıntılı açıklamadan sonra halen namaz yok oruç yok, haç yok, abdest temizliktir diyerek Kuran'ın iman etmeyenler ve kalbinde maraz olanların hükmüne girilmiş olduğu kanaatine varırım bunun arkasında art niyet olduğu anlaşılır.

3/7- Sana Kitab�ı indiren O'dur. Ondan, Kitab�ın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimiz'in Katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.

Anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna azdır. Selam ve sevgilerimi sunuyorum.

Doğrularım Allah'a Yanlışlarım ise bana aittir.

ALİ RIZA BORAZAN
MERSİN ANAMUR

16 Aralık 2009 Çarşamba

YERYÜZÜNE BEKLEDİKLERİ İSA MESİH MEHDİ GELMEYECEK

RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA!

Hristiyan ve İslam toplumlarında, kıyametin sonuna yakın bir zamanda gök yüzüne yükseldiği sanılan hazreti İsa, yer yüzüne geleceği inancı tamamen Hristiyanların uydurduğu ve İslam toplumları da o uydurulan din anlayışını, kendi inançlarına göre terbiye edere insanlara sunmuşlardır.

Hristiyan ve İslam toplumlarının genel anlayışını buraya aktardıktan sonra, Kuran'da, İsa peygamberin öldüğünü ne  İsa'nın ne de bir mehdi,Mesih yeryüzüne gelmiyeceğini anlatmaya çalışacağım.

ALINTI

________________________________________

Soru: Mesîh ve Mehdî kimdir?

Cevap: Mesîh, Hazreti İsa aleyhisselâmın isimlerinden biridir. İsa aleyhisselâma; her türlü günâhtan korunmuş olması; dokunduğu hastaların Allah’ın izni ile şifa bulması; yeryüzünde çok seyâhat edip sesini-soluğunu her tarafa duyurması sebebiyle bu ismin verildiği rivayet edilmektedir. Ayrıca, Mesîh, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazreti İsa’nın şeref ve fazîletini ifade etmek için de ona Mesîh denilmiş olabilir. Diğer taraftan, kıyâmete yakın ortaya çıkacağı bildirilen Deccâl’a da, gözünün biri âdeta silik olduğu veya ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa zamanda dolaşacağı için Mesîh denmiştir.

Mehdî ise, hidayete ermiş, sırat-ı müstakîme yönlendirilmiş kimse demektir. Mehdî, zulüm ve adaletsizliğin her tarafı kapladığı bir zamanda gelip yeryüzünü adaletle dolduracağı ve İslâm’ı hâkim kılacağı söylenen, Ehl-i beytten olacağı işaret edilen halaskârdır.

İtikadî bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelâtın tamamen gözden çıkarıldığı dönemlerde kurtarıcı bir zatın beklenmesinin tarihi çok eskilere dayanır. Yahudiler de, Hıristiyanlar da hatta onlardan önceki insanlar da ömürlerini hep bir kurtarıcı bekleyişi içinde geçirmiş; özellikle de zulme uğradıkları, gadre maruz kaldıkları zamanlarda böyle bir halaskâr beklemişlerdir. 

Peygamberlik silsilesinin devam ettiği devirlerde beklenen bir peygamber, bir Mesîh’tir; Peygamber Efendimiz’den sonra da hemen her dönemde bir müceddid, bir kurtarıcı beklenmiştir; ama artık beklenen, bir peygamber değil, O’nun soyundan gelecek bir rehber, bir Mehdî olmuştur. 

Fakat, o da, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi gibi algılandığından ve Fukahâ-yı Erbaa’dan (İmam-ı Azam, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel), kutuplardan, gavslardan ve hatta Kutbu’l İrşad’dan daha büyük olduğuna işaretler bulunduğundan ona gösterilen ta’zimi ifade etmek için “er-Rasûl” sıfatı ile beraber Mehdî-i Rasûl şeklinde anılagelmiştir.

Soru: Bir mehdî beklentisi içinde olmak dinimizin esaslarına uygun mudur? Mesîh ve Mehdî bekleyişinin dinî temelleri nelerdir?

Cevap: Zamanla bir kurtarıcının gelip, o dinin mensuplarını, yaşadıkları sıkıntılardan kurtaracağı inancı bütün dinlerde vardır. Öteden beri böyle bir kurtarıcı, bir halaskâr, hidayet edici bir insan, bir Mesîh ve bir Mehdî hep beklenmiştir. Bu bekleyiş, bir yönüyle de ehl-i imanda kuvve-i mâneviyeyi takviye etmek için değişik tecdid dönemlerinde insanların yenilenme azmini kamçılamıştır. 

Hatta denebilir ki, böyle bir bekleyiş belli ölçüde Hazreti Musa ve Hazreti İsa gibi peygamberlerin etrafında kümelenmeye vesile olmuştur. O devirlerdeki insanlar “Daha evvelki peygamberlerin haber verdiği güçlü irade, güçlü azim bu!” demişlerdir. Mesela, Hazreti Yahya, Ahd-i Cedîd’in ifadelerine göre, “Ben sizi suyla vaftiz ediyorum, ama benden daha güçlü olan geliyor. 

Ben O’nun çarıklarının bağını çözmeye bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh’la ve ateşle vaftiz edecek.” deyip durmuş, kendisi de bir peygamber olmasına rağmen aynı zamanda halazâdesi olan Hazreti İsa’yı, o pek parlak Nâsıralı genci dinleyince, onun cemaat üzerindeki tesirini, dolu dolu heyecanını görünce, “Beklediğimiz Mesîh bu zattır!” demiştir. Onun müjdesi herkeste bir heyecan ve intizar hâsıl etmiş; Hazreti İsa’ya şehadeti de, havârîlerin onun etrafında toplanmalarını hızlandırarak kuvve-i mâneviyelerini güçlendirmiştir.

İsrailoğulları tarihleri boyunca sürekli bir Mesîh beklemişler, kendilerini “vaad edilmiş topraklar”a götürecek bir lider arayışında olmuşlardır. Kutsal kitaplarında da, bekledikleri halaskârın vasıflarını, özelliklerini görünce intizarları âdeta nâra dönüşmüş, bir kurtarıcı arayışıyla kavrulmuşlardır. Ne var ki, kutsal metinler tercüme edilirken ya da nesilden nesile aktarılırken aslî kaynaklar tahrif edilmiş ve ifadeler değiştirilmiş; neticede o ince meseleyi de bir buğu sarıvermiş. 

Bir buğulu cam arkasındaki eşya ne kadar net görünüyorsa, işte o mevzu da o kadar görünür, anlaşılır olmuş. Nihayet, İsrailoğulları, senelerce bekledikleri kurtarıcıyı karşılarında bulsalar da, çepeçevre kuşatıldıkları buğu ve sisten dolayı bakış zâviyesinde bir kırılma yaşamış ve inkara sapmışlar. Re’fet ve şefkatle gelen, herkesi kucaklayan Hazreti Mesîh’i inkar etmiş, sürgünlere göndermiş, eziyetlere maruz bırakmış ve hatta onu asmak için darağacı bile hazırlamışlar. “Sen o değilsin.” demiş durmuşlar.

Hazreti Mesîh’ten sonra da bir kurtarıcı bekleyişi devam etmiş; hem Hazreti İsa, hem de ondan önceki peygamberler tarafından müjdesi verilen, bütün vasıflarıyla bilinen ve aranan bir peygamber olarak, İnsanlığın İftihar Tablosunun, asırlarca yolları gözlenmiştir. Şam yolunda rahip Bahîra Allah Resûlü’ne: “Sen peygamber olacaksın. Ah keşke senin nübüvvetini ilân ettiğin güne yetişebilsem, yetişebilsem de ayakkabılarını taşısam ve sana hizmet edebilsem.” derken böyle bir beklentiye tercüman olmuştur. 

Aşere-yi mübeşşereden meşhur sahâbî Said b. Zeyd’in babası ve Hz. Ömer’in amcası olan Zeyd, “Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki ben o günlere yetişebilecek miyim?” diyerek son nefeslerini alıp verirken o arayışı seslendirmiştir. Ne var ki, O gelince, pek çokları yine aynı hataya düşmüş, değişik sâiklerle yine “Sen o değilsin.” demişler. 

Bununla beraber, peygamber kendilerinden olmadığı için ya da dünyalık menfaatlerini kaybetme korkusuyla bazıları O’nu kabul etmese de senelerce dilden dile dolaşan müjde ilk sahabe efendilerimizin İslâm saflarında yerlerini almalarında, Ensâr’ın gelip Akabe’de Efendimize bağırlarını açmalarında çok etkili olmuş. 

Evet, Ashab-ı Resûl’ün, müşriklerin o kadar saptırma ve baştan çıkartma gayretlerine rağmen Efendimiz’in etrafında bünyan-ı marsus gibi kenetlenmeleri, Uhud darbesi karşısında sarsılmamaları ve Hendek savaşında dimdik ayakta durmalarında o meselenin önemli tesiri vardır. Efendimizin şahsiyetinin, görüntüsünün, mesajının, inandırıcılığının, emniyetinin, sadakatinin, vefasının ve fetânetinin tesiri olduğu gibi öyle bir bişâretin tesirinin olduğu da inkar edilemez.

Meselenin dinî temellerine gelince; Hazreti Mesîh’in âhir zamanda tekrar dünyaya döneceğini ve bu nüzûl keyfiyetini bildiren yaklaşık yüz kadar hadis-i şerif vardır. Bu hadislerden en az kırk kadarı, hadis kriterleri açısından sahih sayılır, yani erbabınca itimat edilen hadislerdir. Yirmi kadarı da hasen kabul edilmektedir, yani, ondan bir derece düşük de olsa sıhhatine güven duyulan hadislerdir. 

Yirmi-otuz tane de zayıf hadis vardır. Meselâ, Kütüb-i Sitte’nin çoğunda rivayet edilen bir hadiste Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, adaletli bir hükümdar (hâkim, hakem) olarak Meryem oğlu İsa’nın aranıza inmesi yakındır. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve bolca mal dağıtacak. 

Mal o kadar çoğalacak ki, artık kimse onu sadaka olarak kabul etmeyecek.” buyurmaktadır. (Buhari, Büyû 102, Enbiya 49; Müslim, İman 242; Tirmizi, Fiten 54; Ebu Davud, Melâhim 14; İbn Mâce, Fiten 33) Yine Müslim ve Müsned’de rivayet edilen bir başka hadiste de: “İsa b. Meryem nâzil olunca Müslümanların emiri: ‘Buyurun bize namaz kıldırın.’ diyecek, Hazreti İsa da: ‘Hayır, siz birbirinizin emirisiniz. Bu Allah’ın İslâm ümmetine bir ikramıdır.’ diyecektir.” buyrulur. (Müslim, İman 247; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/384. Az farkla: İbn Mâce, Fiten 33; Müsned 3/368)

Kur’ân’da bu konuyu sarih olarak ifade eden bir ayet yoktur. Fakat bazı büyük âlimler, mesela bu mevzudaki hadisleri de cem’ eden Hindistanlı Allâme Keşmirî, dört ayetin ahirzamanda Hazreti Mesîh’in ineceğine işaret ettiğini söylemişlerdir. Bu ayet-i kerimeler şunlardır: “Beşiğinde de, yetişkinliğinde de insanlara hitap edip onlarla konuşacak, salih insanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran, 3/46); “Kitap ehlinden her biri ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir.” (Nisâ, 4/159); “Doğduğum gün, öleceğim ve diri olarak gönderileceğim gün bana selâm olsun.” (Meryem, 19/33) ve “O, kıyamete bir alâmettir.” (Zuhruf, 43/61).

Mehdî ile alakalı hadis-i şeriflere de iki örnek vermek yerinde olsa gerektir: “Mehdî bizden, Ehl-i beyttendir. Allah onu bir gecede zafere erdirecektir. Mehdî, Fatıma evlâdındandır” (İbn Mâce, Fiten 34; Dârimî, Mehdî 1). “Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa, Allah zulümle dolu olan dünyayı adaletle dolduracak Ehl-i beytten birini gönderecektir” (Müsned, 2/117-118).

Cenâb-ı Hak, rahmetinin eseri olarak her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih, bir müceddid, bir halife-i zîşan, bir kutb-u âzam, bir mürşid-i ekmel ya da bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi muhafaza buyurmuştur. Bu hususu nazara veren ve siyaset sahasında Mehdî-i Abbâsî, diyanet âleminde Gavs-ı Âzam, Şâh-ı Nakşibend, Aktâb-ı Erbaa ve on iki imam gibi zatları misal gösteren Bediüzzaman der ki, ”Madem O’nun âdeti öyle cereyan ediyor, âhir zamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır.


Bediüzzaman, Mehdî ile alakalı hadislerin zayıf olduğu iddiasına karşı da, “Hangi mesele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin? Hattâ İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddisin bazı sahih ehâdîse mevzu dediğini, âlimler taaccüple nakletmişler. Hem her zayıf veya mevzu hadîsin mânâsı yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa mânâsı hak ve hakikat olabilir.” buyurmuştur.


Soru: Mesîh ve Mehdî bekleyişinin suiistimal edildiği dönemler de olmuş mudur?

Cevap: İslâm Tarihi’nde mehdiyet makamına yakın bir konum ihraz eden pek çok insan gösterilebilir. Mesela; ciddi ıslahatı, çizgisindeki istikameti, seleflerine karşı saygısı, Sahabe’ye hürmeti, dini meselelerdeki mûtedil ve müstakim düşüncesi gibi hususiyetleriyle Abbasîler’den Mehdî (Rahmetullahi aleyh) bir mânâda mehdî’dir. 

Emevîler içinde Ömer bin Abdülaziz bir mehdîdir. Ebû Hanîfe’den İmam-ı Rabbanî Faruk-u Serhendî’ye, ondan da İmam Gazzalî ve Mevlânâ Halid-i Bağdadi’ye kadar mehdiyet vasıflarını hâiz gibi görülen bazı büyükleri zikretmek mümkündür. Onlar iddiasız, samimi, beklentilere girmeden dine hizmet etmişler, mehdîlik iddiasında kat’iyen bulunmamışlar, onların faziletlerini gören halk da etraflarında toplanmış ve bir hizmet salih dairesi oluşturmuşlardır. Ne var ki, diğer taraftan da bu mülahaza, bir kısım fırsatçılar tarafından sürekli istismar edilmek istenmiştir.

Daha Peygamber Efendimiz hayattayken, Müseylimetü’l- Kezzab, Tüleyhâ, Esvedü’l-Ansî ve Secâh misal peygamberlik iddiasıyla ortaya atılan pek çok yalancı türediği gibi her dönemde “Âhir zamanda gelecek zât benim!” diye meydana çıkan kimseler de olmuştur. O ilkler ve Efendimiz’in vefatından hemen sonra “Ben de Peygamberim” diyen sekiz tane Deccal gibi her dönemde 

“Ben Mesih’im” diyen; hatta Efendimiz hakkında –hâşâ– “O Araplara gönderilmişti, ben daha umûmîyim.” şeklinde şeytanî iddialarda bulunan hasta ruhlular her zaman var olmuştur. Dahası, Mehdî ile alakalı hadis-i şeriflerde “Âl-i beytimden bir tanesi zuhur edecek, ismi benim ismime muvafık olacak” dendiği için; yani, Mehdî’nin adının Muhammed, Ahmed gibi bir isim olacağına, Efendimizin ismiyle Mehdî’ninkinin -günümüzdeki moda tabirle- örtüşeceğine işaret buyurulduğu için az ileri yaşlarda adını değiştiren bir sürü insan çıkmıştır.

Mesela, Şâtıbî’nin bildirdiğine göre, Mansuriye fırkasının reisi Ebu Mansûr kendisine “Kisf ” ismi vermiş, kendisinin Mehdî olduğunu ve Kur’ân-ı Kerim’deki “Ve in yerav kisfen mine’s-seâi sâkitan...” (Tûr, 52/44) ayetinin kendisine işaret ettiğini, ayetteki “kisf ”in kendisi olduğunu iddia ederek hemen etrafında bir sürü insan toplamıştır. 

Güya o “semadan inen bir parça”dır. Ayetin asıl mânâsına gözünü yumarak sadece semadan inmesi hususiyetini düşünerek, insanların başına inen bir taş gibi olması mülahazasıyla “Ben Kisf ’im” demiştir. Yine Şâtıbî’nin anlattığına göre; Kendisini Mehdî diye isimlendiren Rafizî Ubeydullah’ın iki tane müsteşarı varmış; birinin adı Nasrullah, diğerininki de Fetih imiş. 

Sözde Mehdî onlara “Siz Allah’ın kitabında ‘İzâ câe nasrullahi ve’l-feth...’ diye anılan insanlarsınız. Ayet bize bakıyor. İslâm’a fevc fevc dehalet de bizim elimizle olacak.” diyerek güya mehdîliğine deliller gösterirmiş. Şâtıbî gibi ciddi bir insanın anlattığı bu iki misal bile isimlerin ve vasıfların bazen nasıl suiistimal edildiğini, nasıl bir fitne unsuru olduğunu ve bir coğrafyayı nasıl kan seylâplarına mahkum ettiğini göstermesi bakımından yeterlidir.

Bir kurtarıcı bekleme ve bunun istismar edilmesi mevzuu sadece dinî hayatla da sınırlı kalmamıştır. Mesela, insanların bazıları ekonomik hayat adına da bir kurtarıcı beklemiştir; sosyal hayat adına da bir halaskâr beklemişlerdir. Ekonomi adına kurtarıcı bekleyenler, bütün işçi hareketlerinin sonunda Avrupa’nın kan-irin içinde çağlaması karşısında Karl Marx’a dikkat kesilmişler; yazdığı yazılara, “Manifesto”suna ve “Das Kapital”ine bakarak onu insanlığın, hususiyle de işçi sınıfının, proletarya’nın halaskârı olarak görmüşlerdir. 

Doktor İkbâl’in –makamı Cennet olsun– “Peyâm-ı Meşrik” (Şarktan Haberler) kitabında, “Rusya’da bir insan çıktı, kitapsız peygamber; halkın telakkisini seslendiriyor”; yani cahil, görgüsüz, din bilmeyen, çok çeşitli beklentiler içinde bulunan bir tip şeklinde resmettiği Marx’ı bazıları bir Mesih gibi istikbal etmişlerdir. Lenin’den Troçki’ye kadar daha bir sürü kezzab, bazı insanlar tarafından bir halaskâr gibi alkışlanmıştır. Bazı dönemlerde, İslâm dünyasında da, Mısır’dan Sudan’a, Suriye’den Somali’ye kadar hemen her yerde bazılarına kurtarıcı nazarıyla bakılmış, hatta –hâşâ– “O Arapların Peygamberiydi, Medine’nin Peygamberiydi, bu da bizim ki!..” deme dalalet, cehalet, gaflet ve küfründe bile bulunulmuştur...

Mesela; Râfizî düşünce, tarih boyunca sürekli Mehdî çıkarmıştır. Muvahhidîn devletini kuran insan Mehdî’dir. Emevî ve Abbasî tarihleri boyunca ortaya çıkan birçok siyasî grup hep liderlerinin Mehdî olduğunu söyleyedurmuşlardır. Hatta Kuzey Afrika’da kurulan ve daha sonra Mısır’a da hâkim olan Şiî Fatımî devletinin ilk hükümdarının Mehdî olduğu inancı bu devleti kuran ve sürdüren kimseler tarafından inanılan bir husustur. 

Fâtımî devletinin başına bir çocuğu getirmişler; peygamber torunu dedikleri o uydurma kurtarıcının etrafında toplanmış ve o meseleyi suiistimal etmişlerdir; etmişler ve Müslümanların Haçlı seferleriyle, daha önce Moğol işgalleriyle sarsıldığı bir dönemde onlar istiklallerini ilan ederek fitne ve iftirak çıkarmışlardır. İşte, tahta atın içinde, devlet bünyesine sinen bu insanlar Haçlı ordularına kapıları açmış ve düşmanların istilasını kolaylaştırmış, İslâm’ı arkadan hançerlemişlerdir. Karmatîler de aynı hususu istismar ederek senelerce fitne ve iftiraka sebep olmuşlardır.

Yakın tarihe doğru gelince, Somali Mehdî’sinden Sudan’da çıkan büyük Mehdî’ye –ki onu İngilizler öldürmüş, yakmış, külünü Nil’e savurmuşlardır ve Doktor İkbâl ondan çok dâsitânî bahseder– bir Mesîh-i Mev’ud olarak alkışlanan Bahâullah’tan, Hind Yogasıyla, meditasyonla meşgul olan, ruh gücünü ortaya çıkarmaya mâtuf bazı riyâzetlerle başı dönünce halüsinasyonlar görmeye başlayan, kendisine önce müceddid, sonra Mehdî-i Mev’ud, İmam-ı muntazar ve en sonunda Mesîh-i Mev’ud diyen Gulam Ahmed’e, ondan da kendisini peygamber ilan eden Alija Muhammed’e kadar pek çok insan mehdîlik mevzuunu suiistimal etmiş ve fitnelere sebep olmuşlardır.

Hususiyle de Râfizîler mehdiyet mülahazasını çok canlı tutmakta, “On iki imamdan birisi hayatta iken gizlenmiş, âhir zamanda çıkacak” demektedirler. Ne gariptir ki, Abbasî’lerin şerrinden kaçtığına ve saklandığına kâil oldukları kurtarıcının âhir zamanda Abbasî fitnesinden daha büyük bir fitnenin olduğu deccaliyet döneminde birden bire zuhur edeceğine, Kaf dağının arkasından çıkıyor gibi çıkacağına inanmaktadırlar.

Bu mesele akîde bakımından da sorgulanacak bir husustur: Nasıl gelecek? Gökten mi inecek? Sırr-ı teklif nasıl olacak? Birinin içine girip ondan mı çıkacak? Siz reenkarnasyona mı kâilsiniz? Ulûhiyet hakikatini taşıdığına inanıyorsanız, bu mülahazanızla acaba hulûl ve ittihaddan mı bahsediyorsunuz? Bu, usulüddin açısından münakaşası yapılacak husustur; ama onlar öyle inanıyorlar.

Aslında, fevkaladeden bir Heraklit bekleyişi mazlum ve mağdur milletlerin kaderî mülahazaları olmuştur. Hani M. Akif,

“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mû’tâdı,
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?
Bugün, sen kendi kendinden ümid et ancak imdâdı;
Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı
Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Ne yaptın? “Leyse li’l-insâni illâ mâ se’â” vardı.”

der ya; işte, kendi cehd ve gayretleriyle o bîdâdı kaldırma hakikatine kapalı bir kısım tembel ruhlar, miskin ve âciz fıtratlar gökten gelecek böyle bir Heraklit beklemektedirler. Sünnî dünyaya göre de bunun bir hakikati ve Mehdî bekleme temayülü vardır; fakat ehl-i sünnet anlayışına göre ona insanüstü özellikler atfedilmez; toplumu İslâm’a yöneltecek bir yönetici, bir ilim, kalb ve ruh adamı olabileceği ifade edilir.

Soru: Hazreti İsa’nın tekrar dünyaya inişi nasıl olacaktır? O iniş mânevî bir iniş midir; yoksa şahsen ve cismen nüzûl de gerçekleşecek midir?

Cevap: İslâm âlimlerinden bazıları, Hazreti İsa’nın şahsen nüzûlünü, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine aykırı bularak, bu nüzûle “şahs-ı mânevî” nüzûlü olarak bakmışlardır. Bazıları da âyet ve hadisleri daha değişik şekilde te’vil etmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri ise, Hazreti Mesîh’in nüzûlünün şahsen olacağını nefyetmemekle beraber, daha çok şahs-ı mânevî üzerinde durmuş ve Hazreti Mesîh’in nüzûlünü, Hıristiyanlık âleminin İslâm’a iktida etmesi şeklinde anlamıştır. 

Hıristiyanlığın tasaffisi için Hazreti Mesîh’in şahsen nüzûlünü de uzak görmemek gerektiğini ifade ederek, “Evet, her vakit melekleri semâvattan yere gönderen, bazı vakitte Hazret-i Cibril’in Dıhye suretine girmesi gibi onları insan suretine vaz’ eden, ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretinde temessül ettiren, hattâ ölmüş velilerin ruhlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir 

Hakîm-i Zülcelâl, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazreti İsa’yı, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya gönderirdi.” demektedir. Üstad, temelde meseleye böyle yaklaşırken, nüzûl keyfiyetiyle alâkalı hadislerde zikredilen Şam’da Ak Minare’ye inmesi, bir atın üzerine binmesi.. vb. hususlarda da kat’iyen tafsilata girmemiştir.

Evet, Hazreti Mesîh’in bir şahs-ı mânevî olarak inmesini çok uzak görmüyorum. Olabilir, o ruh, o mânâ inebilir. Buna kimsenin itiraz etmeye de hakkı yoktur. Şahs-ı mânevî olarak gelecek demek, bir şefkat ruhu, bir merhamet mânâsı öne çıkacak, insanlar üzerinde bir rahmet esintisi belirecek.. 

insanlar birbirleriyle anlaşacaklar, uzlaşacaklar demektir. Daha önce de arz etmiştim; diyalog ve hoşgörü adına değişik kiliselere gidilip “Gelin Kur’ân’ı beraber okuyalım.” deniliyor. Değişik yerlerde “Siz de bizim İncil derslerimize iştirak edin.” diyorlar. Bu gidip gelmelerle Kur’ân’a göre bir Hazreti İsa inanışı çıkıyor ortaya. Kiliseden, Efendimiz’e de inanan, kendilerine “Müslüman İsevîler” diyen insanlar çıkabiliyor. Bunu, İseviyetin tasaffisi, mesihiyet ruhunun mukaddimesi saymada bir mahzur görmüyorum.

Soru: Mesîh ve Mehdî’nin gelişine inanmamak insanı dinden çıkarır mı? Nüzul-ü İsa ve zuhur-u Mehdî’ye iman dinin esaslarından mıdır?

Cevap: Mesîh ve Mehdî ile alakalı hadis-i şerifler ve ümmetin kabulü esas alınınca nüzûl-ü İsa’ya ve zuhur-u Mehdî’ye inanmak Efendimiz’e îtimadın ve güvenin ifadesidir denilebilir. Fakat bu mevzu Maturidî ve Eş’arî gibi Ehl-i Sünnet imamlarının eserlerinde işlenmemiş ve ele alınmamıştır. 

Ayrıca fer’î bir konu olduğundan ve âhad habere dayandığından dolayı bunu inkâr küfre sebep olmadığı için ilk dönem akaid kitaplarına da yansımamıştır. Bununla birlikte, Şia’nın bütün kollarında Mehdîlik önemli bir husustur ve Mehdî beklentisi sürekli işlenerek hep canlı tutulur. Şia’nın gizli imamı Mehdî’dir. Şia’ya göre bu gizlilik mutlaka bir gün sona erecek, yeryüzündeki bu zulüm ve adaletsizlikler yok olacak ve tarih boyunca haksızlığa uğratılan Ehl-i beytin intikamı alınacaktır.

Evet, bu mevzu mü’minlerin “âmentü” erkânına inandıkları gibi inanmaları gerekli olan meselelerden değildir. Âmentü’de ifade ettiğimiz altı iman esası; Allah’a, Meleklerine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah’tan, O’nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. İmanın rükünleri kabul ettiğimiz bu altı esas arasında hurûc-u Mehdî ve nüzûl-ü Mesîh yoktur. 

Eğer bunlar erkân-ı imaniye ölçüsünde mutlaka inanılması gereken, inanmayanı küfre götüren meseleler türünden olsaydı, bunları da Sahib-i Şeriat erkân-ı imaniye arasında sayardı. Erkân-ı imaniye’nin sayıldığı hadis-i şeriflerde Mehdî ya da Mesîh’in zikri yoktur. Yine olsaydı, ehl-i sünnet imamları bunlara da erkân-ı imaniye arasında yer verirlerdi. Fakat, az önce de dediğim gibi ne Maturîdî ne Eş’arî ne de bir başka ehl-i sünnet imamı Mehdî ve Mesîh’e imanı erkân-ı imaniyeden biri olarak saymamışlardır. Bu sözüme itiraz edilebilir ve “Evet, mutlak mânâda erkân-ı imaniye içinde yok ama, Kitab’a inanmakla mükellef değil miyiz? 

Kur’ân’da dört ayetin Hazreti Mesîh’in ineceğine, Mehdî’nin zuhur edeceğine işaret ettiğinden bahsediliyor.” denebilir. Hazreti Mesîh’in ve Mehdî’nin âdil, muksıt bir insan olacağına, “kıst”ı (insaf, merhamet ve adaleti) temsil edeceğine dair işaretler varsa da bu konuda sarâhat yoktur. Şüphe ve tereddüde meydan vermeden yani sarih bir şekilde ifade edilmediğine göre bu işaretler müteşâbihtir. 

Müteşabih olunca da, o mevzuda mülahazaya alınabilecek pek çok mânâlar vardır. Bir kelimeyi, bir mefhumu ve bir mantuku ortaya koyduğunuz zaman, o nass ölçüsünde bile olsa, sarih ifade edilmemiş ve bir zahire bağlanmamışsa pek çok ihtimal ve yorumdan herhangi birine mutlak inanmak şart değildir. İşaret edilen, adalet vasfıyla resmi çizilen, fotoğrafı ortaya konan insan, mesela, Ömer bin Abdulaziz de olabilir, Mehdî-i Abbasî de. Öyleyse, Mehdî-i Muntazar çoktan gelip gitmiştir.

Hatta bir başkası, hadis-i şeriflerin ortaya koyduğu fotoğrafın Hazreti Fatih’e çok yakıştığını, ona uygun geldiğini söyleyebilir. Fatih’in asıl adı da Muhammed’- dir, hadislerin ifade ettiği gibi Efendimiz’in ismine tam uyuyor. Hâkim’in Müstedrek’inde geçen İstanbul’un fethiyle alakalı hadis-i şerifi de nazara alırsanız, zaten Efendimiz’in iltifatına ve övgüsüne de mazhar olmuş bir insan. Dahası denebilir ki, şekli şemâili de Efendimiz’in şemâiline çok benziyor. 

Soyunun Ehl-i beyt’e dayanmadığını da kimse söyleyemez. Öyleyse, boşuna bir Mehdî-i Muntazar bekliyorsunuz. İşte Fatih; gelmiş, fonksiyonunu eda etmiş; dünyanın, hususiyle Bizans cebri ve zulmüyle inlediği bir dönemde bir sulh, sükun ve huzur devleti tesis etmiş ve adl u kıst ile doldurmuş dünyayı ki bu tam Mehdî’ye göre bir iş. 

Fakat, biri dese ki, “Ben Fatih’in Mehdî olduğunu kat’iyen kabul etmiyorum.” Bunu söyleyen bir insan yine mü’mindir, dinden çıkmış olmaz; zira onun mehdîliği te’vile, yoruma açık bir mevzudur ve ona inanmak dinin esaslarından değildir. Bu açıdan günümüzde de bir deli, bir ruh hastası çıksa ve “Ben Mesîh’im veya ben Mehdî’yim.” dese, onun bu iddiası bizi hiç ilzam etmez.

Soru: Din düşmanları, bazı samimi Müslümanları ya da onların değer verdiği kimseleri karalamak için “Mesîh veya Mehdî olduğunu iddia ediyor.” gibi iftiraları da kullanıyorlar. Onların bu iftiralarını ve bazı insanların kendilerini Mesîh ya da Mehdî zannetmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Enbiyâ-ı izâm Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî tecellilerini temsil ederler. Hemen her insan üzerinde de, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri daha hâkimdir. Dolayısıyla aynı ismin tecellisine mazhar olan insanlar, bazen birbiriyle karıştırılabilir. Diyelim ki, Hazreti Mesîh bir reşhadır. 

Bir başkası ise, velâyet-i kübrâya mazhar olduğundan, seyr-i ruhânîsinde onunla aynı yörüngeyi paylaşır ve seyrini o zatın izinde, onun ekseninde sürdürebilir. Dolayısıyla o zata bakılınca, bazen “asl”a iltibas da söz konusu olabilir. Yani bazen gölge ile asıl karıştırılır. Mesela; Hızır’ın geçip gittiği yolda bir an yürüyenler bazen Hızır’ın kendisiymiş gibi zannedilebilir. -Bir kısım hüsn-ü zan kurbanları ve haddini bilmez benciller müstesna- bazı kimselerin mesihiyet ve mehdiyet iddiaları da işte böyle bir iltibastan kaynaklanmıştır/ kaynaklanmaktadır.

Mesîh ve Mehdî inancı tarih boyu suiistimallere maruz kaldığı gibi günümüzde de hâlâ suiistimal ediliyor olabilir ve bundan sonra da peygamberlik iddiasındaki yalancılar, mütenebbîler, Mehdî taslakları ve müteşeyyihler çıkabilir.

Eğer bir insan Kisf gibi, Sudan Mehdî’si ya da Somali Mehdîsi gibi kendisinin Mehdî olduğuna inanıyor, Mesîh olduğunu iddia ediyorsa, bu büyük bir iddia ve bir mübalağa olur. O zaman da meseleyi akîde açısından ele alıp analiz etmek gerekir. Ne demek istiyor o iddiasıyla? Mesîh’in ona duhûl ettiğini söylemek istiyorsa, bir kısım kimselerin Hazreti Mesîh’te mütecessid bir uluhiyet gördüğü gibi, o da kendisini öyle görüyorsa, bu Müslümanlığa göre küfürdür; onu ifade etmek için dalalet kelimesi hafif gelir; evet, öyle bir iddia açıktan açığa küfürdür.

Eğer, o söz ve iddiasıyla, Hazreti Mesîh’in yörüngesinde seyr u süluk-i ruhânî yaptığını ve kazandığı şeffafiyetten dolayı kendisine bakanların onda bir Mesihiyet gördüğü mülahazasını kastediyorsa, işin doğrusu, bu da o ufka ait bir insan olmayı iddia etme açısından çok büyük bir tekebbürdür. 

Şâh-ı Geylanî gerçekten bir Mehdî olabilir; fakat hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunmamıştır. Muhammed Bahâuddin Nakşıbendî böyle bir Mehdî olabilir ama kendisini hiçbir zaman o mertebede görmemiştir. İmam Rabbânî bir nevi Mehdî’dir; ne var ki, kendisine insan olma payesini bile çok görmüştür. Zaten o ufkun erbâbı, iddiadan, kendine makam ve mevki biçmekten uzak kimselerdir.

Evet, meseleyi doğru analiz etmek lazım. Bahis konusu olan söz seyr u süluk-i ruhânîde yörünge birliğinden dolayı bir iltibas mı? Çevrenin hüsn-ü zannından kaynaklanan bir yanılma mı? Çevrenin bu iltibasına tercüman olmak mı? Yoksa gerçekten o insan kendisini “vazifeli” mi zannediyor? Eğer öyle zannediyor ve bununla Mehdîliği kastediyorsa bu bir dalalettir. 

Mesihiyet iddiasında bulunuyorsa, o da küfürdür. Hiç kimse, “Ben Mesîh’im” diyemez. Çünkü Hazreti Mesîh gelmiş, içimizden ayrılmış ve gitmiştir. Peygamber olarak gitmiştir. Birisinin kalkıp da, “Mesîh’im” demesi peygamberlik iddiası olur, dolayısıyla da küfürdür. Hazreti Mesîh de kendisine “Ben peygamber değilim” deseydi O da aynı çukura düşerdi. Tehlikeli şeyler bunlar.. Peygamber “peygamber değilim” diyemez. Peygamber olmayan da “peygamberim” diyemez.. 

Öyleyse peygamber, peygamberliğini inkar edemediği gibi, onu ifade etme mecburiyetinde olduğu gibi; o meselenin şemmesini duymamış, reşhasına şahit olmamış, onu ihsâs etmemiş bir insanın kalkıp o iddiada bulunması da aynen küfürdür. Bu açıdan da, bir insan ehl-i sünnet çizgisinde ise, mişkât-ı nübüvvet altında yürüyorsa, hiçbir zaman böyle bir iddiaya kalkmayacaktır.

Az önce de ifade ettiğim gibi, “Din–i mübin–i İslâm’ın yeniden dünyanın değişik yerlerinde kendisini ifade etmesi için ihtiyaç varsa Hazreti Mesîh, öteki âlemin ta öbür ucunda bile olsa böyle önemli bir fonksiyon için döner gelir!” diyor 

Bediüzzaman Hazretleri. Fakat, genel yorumu itibarıyla nüzûl-ü İsa’yı şahs–ı mânevî olarak yorumluyor. Mesihiyetin, bir cemaat ya da bir zümre tarafından temsil edileceği şeklinde bir yorum getiriyor. Ne var ki, bu konuda bir isim belirleme, onu bir insanda tecessüm etmiş şekilde görme, “falan şahıs odur” deme... işaret edilen şahıs Fatih de olsa, İmam Rabbânî de olsa, bu bir küfürdür. Hakiki mü’minlerin karşısında tir tir titreyeceği ve uzak duracağı şeytanî bir iddiadır.

Maalesef, soruda da ifade ettiğiniz gibi, bazı dönemlerde suiistimal edilen bu mesele, din düşmanlarının samimi mü’minleri karalamak için kullandıkları bir sermaye haline gelmiştir. Bir kısım cahiller, hüsn-ü zan ettikleri kimseler hakkında “Mehdî” tabirini kullanabilirler. Daha insaflı bazıları, “Belli bir zaman içinde bir mânâda Mehdî’nin bir vazifesini ifâ ediyor.” diyebilirler. 

İmam Gazalî, İmam Rabbânî ve hatta Bediüzzaman hakkında böyle diyenler çıkabilir. Her şeyden önce bu umumun kanaati değildir. Hele ondan sonrakiler hakkında öyle diyen de zaten yoktur. Öyle bir iddiada bulunan bir safderûn varsa şâyet, onu kendi safderûnluğuna mahkum etmek lazım. Aklı başında bir mü’min ne öyle bir dalalete tâlib olur, ne de -hâşâ ve kellâ- Mesîhlik iddiası gibi bir küfrün arkasına düşer.

Diğer taraftan, kendisi öyle itikad etmese bile etrafındaki insanların hüsn-ü zanlarına, o türlü lâf-ı güzafına göz yuman, o iddialara karşı sükut duran insan da küfre ve dalalete karşı sessiz kalıyor demektir. Öyle bir insan hakkında da, Efendimiz’in beyanlarından aldığımız bir sözle “dilsiz bir şeytan” de ezâdır. Şayet bir kimseye, etrafındakiler “Mesîh” diyorlarsa, o da bunu bildiği halde sessiz duruyor ve bu dalalete karşı onları ikaz etmiyorsa, o kimse, dilsiz bir şeytandır. O iddiayı kabulleniyorsa kendisi de kafirdir. “Mehdîyim” iddiasıyla ortalıkta dolaşıyorsa o kimse de dalalete sürüklenmiş bir zavallıdır. Bir Müslüman’ın o tür iddiaları kabul etmesi mümkün değildir.

Fakat, bu mesele bir yönüyle karalamaya mâtuf istimal ediliyor. Bazıları bu iddialarla belli güçler tarafından ortaya çıkarılıp Müslümanların aleyhine kullanılıyor. Bazı kimseleri hapishanede ilaç içirtip delirtiyorlar! 

Sonra da ona bin bir türlü küfür sözleri söyletiyorlar. Dünyanın değişik yerlerinde oluyor bunlar. Türkiye’de de ehl-i dalalet, ehl-i küfür, diplomalı cahiller, Türk milletinin veya dünyadaki Müslüman milletlerin kaderine hakim kaba kuvvetin temsilcileri bazı Müslümanları karalama, bazı kimseleri ademe mahkum etme adına bu türlü iftiralarla kara çalma komploları kuruyorlar. 

Mesela diyorlar ki, “Falanın çevresindekiler ona Mesîh nazarıyla bakıyorlar.” Oysa maksatları hep karalama olan bu din düşmanlarının Mesîh’ten hiç haberleri yoktur. Mehdî’nin kelime mânâsını bile bilmezler. O mevzuda usulüddinin, fıkıh metodolojisinin ne dediğini hiç bilmezler, hatta Kitab’ı bilmez, ona inanmazlar. Ama gelin görün ki, Müslümanları karalama adına hiç bilmedikleri bu meseleleri bile kullanır, mü’minlere iftira ederler.

Oysa ki, aklı başında, Kitab’ı ve Sünnet’i bilen bir mü’min ne öyle bir meseleyi kabul eder, ne de öyle bir mesele çevresi tarafından dillendiriliyorsa sükut eder. Arz ettiğim gibi, o tür iddiaları küfür sayar, sükutu da dilsiz şeytanlık kabul eder. Bu açıdan yedi dünya bilmeli ki, ehl-i dalalet ve ehl-i küfür bu tür iddiaları mü’minleri karalamaya matuf olarak bizzat kendileri ortaya atıyorlar. 

Ve yine yedi dünya bilsin ki, ehl-i iman hiçbir zaman bu lâf-ı güzâflara inanmayacak, bu iftiralara kanmayacaktır. Onlar kılı kırk yararcasına, Kitap ve Sünnet’in emirlerini yerine getirecek, o türlü büyük iddialara asla girmeyecek, Müslümanlığın tevazu, mahviyet ve hacâletten ibaret olduğunu kabul edecek, kulluğu her türlü payenin üstünde görecek ve Hazreti Mevlânâ gibi “Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” diyeceklerdir.

Alıntı Olan yazıda da dediği gibi kuranda mehdi Mesih isa gelecek diye hiçbir ayet yok. Bunlar uydurma zan ve tahminlerdir. İşte Hazreti İsa hakkında kuranın söyledikleri

HAZRETİ İSA MESİH ÖLDÜ O BİR DAHA YERYÜZÜNE DÖNMEYECEK!

Kur’an’ın dışında bize hadis diye aktarılan Hıristiyanların uydurdukları bir sözle başlamak istiyorum.

Hz. İsa peygamber ölmedi . O Allah tarafından göğe Yükseltildi Kıyametin sonuna yakın bir zamanda yer yüzüne inecek kırk yıl peygamberlik yapacak fakat kırk gün kadar sürmeyecek,Deccalı öldürecek bütün dünya Müslüman olacak. İnancı bütün İslam toplumlarında sanki Allah tan gelen bir vahiymiş gibi inanmışlar ve .Asırlardır mehdi bekleyip durmuşlardır.

Daha önce de Bahsettiğim gibi Kur’an da . Altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken ayetlerden biri de Şu İdi.

29/57”Her nefis ölümü tadıcıdır.Sonra Bize döndürüleceksiniz.”

3/85”Her nefis Ölümü tadıcıdır.Kıyamet günü ecirleriniz eksiksizce ödenecektir.Kim ateşten uzaklaştırılır cennete sokulursa,Artık O Gerçekten kurtuluşa ermiştir.Dünya hayatı aldatıcı metadan başka bir şey değildir.”

Kur’an’ı kerim iki tip insanın bu kitabı kabul etmeye yanaşmayacağını belirtmektedir. Birincisi kalbi marazlı olanlar. Bunlar makam, mevki, din adamı olanlardan kendi makamlarının elden gideceğinden korktuklarından dolayı doğru olan dini kabullenmek istemezler. Onlar hele din adamları ise din adına sağladıkları menfaatlerin elden gideceğinden korktuklarından Allah’ın ayetlerinden bazılarını gizlerler veya satarlar.

2/174: Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şeyi göz ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azap vardır.

İkinci tip insanlarda beyinleri kirlenmiş olanlardır. Bu tip insanların beyinleri Kur’an’ın dışında zan ve tahminlerle dolu olduğu için Kur’an gibi hakikati kabul etmezler. Bunlara fıtrat dinini, hanif dinini anlatabilmek için önce bu beyinlerdeki yalan yanlış bilgileri çıkaracaksın daha sonra doğru olan bilgileri yerleştireceksin işte Kur’an buna ehli kitap ifadesi kullanıyor. Ve puta tapıcıların hasretlerini taklit ettiklerinden dolayı müşrik ifadesini kullanıyor.

2/135: Dediler ki: "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayete eresiniz." De ki: "Hayır, (doğru yol) Hanif (muvahhid) olan İbrahim'in dini(dir); O müşriklerden değildi."

İşte bugünkü cemaatlerin meşreplerin, mezheplerin tarikatların gittiği yolla Kur’an’ı kerimin ehli kitap diye bahsettiği Hıristiyanların ve Yahudilerin gittiği yol arasında hiçbir fark yoktur.

9/30: Yahudiler: "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler; Hıristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkar edenlerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar?

9/31- Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar, tek olan bir İlah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emir olunmadılar. O'ndan başka İlah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden Yücedir.

Hep aklıma gelen şudur. Ayetin ruhunu özünde taşıyan insanlar ancak doğruyu bulup o yolda yürüyebiliyorlar.

2/144: Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip-durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

Yaşantımdan örnek olarak bir olay anlatmak istiyorum. Bir tane kardeşimiz geldi, bana dedi ki “amca siz nerelisiniz?” Konyalı mısınız? Dedi bende hayır Anamurluyum dedim. Niye sordunuz dedim. “yüzünüzde bir Konyalı siması gördüm de” dedi. “Konyalı siması nasıl olurmuş?” dedim Müslüman’a yakışır bir sima dedi.

 Bu sefer ben ona sordum. Siz Müslüman mısınız dedim. O da elhamdûlillah ben Müslüman’ım dedi. Hangi mezheptensiniz dedim “hanifi” dedi. Peki Kur’an okuyor musun? Dedim. Okuyorum dedi. Peki peygamberimiz hangi mezhepten dedim Kur’an’a göre? Hanifi mezhebindendi dedi. Ve verdiği cevaptan dolayı da tedirgin oldu. Belli ki o böyle bir şey duymamış ve kendi verdiği cevapta onu tatmin etmemişti. Ve arkasından ekledim. Hanifi mezhebinin ictihadı Kur’an’ın emri ile çelişse hangisini yaparsın dedim. Öyle deyince şaşırdı ve dedi ki “abi senin mezhebin, partin, cemaatin var mı? Dedi.

Bende dedim ki “benim adım Müslüman ben insanları ne bir mezhebe, ne bir meşrebe, ne de bir cemaate çağırıyorum. Ben insanları Allah’a çağırıyorum.”

41/33: Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?

2/2: Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir Kitap'tır.

Amca sen senin dini bana anlatabilir-misin? Senin Anlattıkların ,Şimdiye kadar benim arayıp da bulamadığım şeyler. Hangi cemaate hangi meşrebe gittiysem cevabı bulunmayan sorularla karşılaştım . Beni tatmin etmedi. Ben şimdi dinimi buldum dedi.

Allah da ondan razı olsun. Bizim üzerimize düşen yükümlülük Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı öğrenip,anlayıp anlatmaktır onun üzerine düşen görev de anladığı Kur’an’ı ’kabullenip ve yaşamaktır.

Ben de önce insanlara sonrada ben müslümanım diyenlere avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Nereden geldiniz nereye gidiyorsunuz, siz öyle başı boş bir hayat sürmek için yaratılmadınız. Sizin her yaptığınız davranışlardan hesaba çekecek olan bir yaratıcınız var. Mutlaka er veya geç bu yapmış olduğunuz iyi veya kötü davranışlardan dolayı hesaba çekileceksiniz.

Ey Ben müslümanım kitabım Kur’an diyenler.. Allah’ın Gönderdiği O kitabı sevap olsun diye değil anlamak için okuyun. Ve yaşamınızın ölçüsü terazisi o osun siz ondan sorguya çekileceksiniz. Artık masallarla hikayelerle sözden söze gelen sözlerle insanların uydurduğu dini bırakıp Allah ın dinine gelin.

O Kitap Allah’ın Gönderdiği içerisinde çelişkisi çarpıklığı olmayan Orijinalliği bu güne kadar korunmuş ve kıyamete kadar da korunacak olan bir kitaptır. O İnsanlığın Dünya hayatında nerde nasıl davranacağını tarif eden her örnekten bir örnek verdiği sahiplenenlerin Dünya hayatındaki en güzel şekilde yaşanacak olan bir hayatın Allah Tarafından çizilmiş bir projesi dir.

Bu Bilgilerden sonra Kur’an’ın Hz.İsa peygamber hakkında söylediklerini aktarmaya devam edelim.

3/55-Hani Allah, İsa'ya demişti ki: "Ey İsa, doğrusu senin hayatına Ben son vereceğim, seni Kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim."

Daha önce de bahsettiğim gibi Nasıl Her Milletin kullandığı dillerde deyim ,mecaz, gibi edebi sanatlar varsa, Kur’an da da var. Bir kişinin ölmesiyle Kur’an da geçen ”Seninin hayatına ben son vereceğim seni kendime yükselteceğim” İfadesi arasında ne fark vardır. Bununla ilgili bir kıssa aklıma geldi onu sizinle konu ile ilgili olduğu için paylaşmak istiyorum.

Bir gün padişahın atı yere düşüp yuvarlanıyor padişah da atını o kadar seviyormuş ki kimsenin atın öldü demesine tahammül edemeyecek kadar seviyor. Bütün uzman veterinerleri topluyor Atın neyi var bir bakın bakalım sakın öldü filan demeyin ha! Diyor Atıma kim öldü derse onu asacağım diyor. 

Veterinerlerin bir tanesinin dışında hepsi atı muayene ettikten sonra hayati fonksiyonlarını yitirmiş olduğunu görünce gerçeği gizleyemiyorlar ve atın ölmüş padişahım diyorlar.hepsini asın diyor Bir tanesi geliyor ata su veriyor at içmiyor Ot Veriyor yemiyor Nefesini dinliyor nefes almıyor. Bu Bulgularını padişaha anlatınca Ûlân öldü desene şuna diyor oda ben öldü demedim padişahım onu sen dedin diyor Ve asılmak tan kurtuluyor.

Soruyorum size öldü demeyle, nefes almıyor,yemiyor,içmiyor arasında ne fark vardır.? İkisi de öldü ifadesinde mutabık olduğu halde farklı anlatım sanatı kullanmışlardır.anlatmışlardır.

İşte Allah Kur’an da Hz İsa’nın Ölümünü anlatırken böyle bir sanat kullanarak anlatmıştır.Bu Olayı Kavrayabilmek için önce zaman kavramını kavramak gerekiyor. Allah’a göre zaman yok Zaman insanlara göredir. Allah Kâinatı Yaratmadan önce zamanda yoktu Kâinatı yaratılmasıyla beraber zaman yaratıldı. Kainatın yok olmasıyla yine zaman ortadan kalkacak tekrar zamansızlık ortaya çıkacak .

İşte cennet ve cehennemin ebedi oluşunun hikmeti budur. Allah Zaman yokken kainatı yaratıyor. Bir zaman dilimi içerisinde Halife olarak yaratılan insanı denemeden geçiriyor ve Tekrar Yeni bir Yaratılışla Yaratıyor Yine ebedi bir hayat başlıyor.

İşte Kur’an İman eden ve Salih amel işleyen kişilerin bu denenme süreci içerisinde Bu Dünya hayatında yaşamaları veya ölmelerini (hayati fonksiyonlarını) yitirmelerine ölüm kelimesini biraz kabaca bir tabir olarak görüyor. Onu Tebrik etme ve taltif etme amacıyla ona ölmedi diri rızıklanıyor ifadesi kullanıyor.

3/169” Allah yolunda öldürülenleri sakın 'ölüler' saymayın. Hayır, onlar, Rableri Katında Diridirler rızıklanmaktadırlar.”.

Önce insanların gerçek anlamda Allah’a göre ölmediğini Dünya üzerinde, Tiyatroda rol alan aktör veya aktirist gibi , Reşit ve akıllı olan herkesin Bir zaman dilimi içerisinde denenip,Hal değiştirerek tekrar zamansızlığa yeni bir yaratılışla yaratılarak devam edecektir Tıpkı Anne karnındaki çocuk gibi.

Anne karnındaki çocuk üç ay oluşum devresi geçirdikten sonra, altı ay fiili olarak canlı bir hayat sürüyor . Günü geldiği zaman Farklı bir ortama. Yeni bir yaşam Biçimiyle karşı karşıya kalmak üzere doğuyor. Artık Onun Anne karnındaki Asalak Olarak yaşama dönemi bitmiş yeni bir Hayatı kendi kendisinin yükleneceği bir hayat dönemine girmiştir. Aynen onun gibi Dünya hayatından ahiret hayatına geçiş de öyledir.

56/35”Gerçek şu ki biz Onları yeni bir inşa ile yarattık.”

İşte insan dünya hayatındaki görevini bitirip. Öldüğü zaman Ahiret hayatı başlamış demektir. Nasıl Anne karnından doğan çocuk geri dönemiyorsa. Ahiret hayatında yeni bir inşa ile yaratılan insanlarda geri dönemeyecekler.Dünyada iken kedilerine gelen elçilerin uyarılarına inanmayanlar Ahiret hayatında ceza ile karşı karşıya kaldıklarında Dünya hayatına tekrar geriye dönmek isteyecekler ama onlardan kabul edilmeyecektir.

32/12Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen

Kur’an Bu Gerçek olacak olan vakıa İman etmeyenlerin dünyada iken elçiler tarafından uyarıldıkları halde kabul etmeyenlerin Allah tarafından gönderilen vahiylere karşı duyarsız olduklarından dolayı onlara ölü ifadesini kullanmıştır.

"Onların gözleri vardır görmezler Kulakları vardır işitmezler kalpleri de mühürlenmiştir."Bu Tip insanlar Kur’an da ölü diye Anlatılmıştır.

3/169” Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler saymayın ,Hayır onlar rableri katında diridirler.Rızıklanmaktadırlar”

Eğer bu ayete göre şehitlerin ölmemesini gerçek anlamda anlayacak olursak mezara konduğu zaman kokuşma ve böcekler yeme olayı olmazdı. Buradaki diri ifadesi gerçek anlamında değil mecazi anlamında kullanılmıştır. O bize göre hayati fonksiyonlarını yitirmiş fakat Allah’a göre zaman olayı olmayınca belki de bize göre binlerce yıl sonra dirilmesi olacak olmasına rağmen diridirler ifadesini kullanıyor. Ve cennete gideceklerinden dolayı rızıklanırlar ifadesini kullanıyor.

Şimdi Hz İsa peygamberin ölümü ile ilgili ayetleri tahlil etmeye devam edelim.

4/157- Ve: "Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.”

4/158- Hayır; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir

Daha önce de bahsettiğimiz gibi Bu Ayetlerde öldürmediler.asmadılar ifadesini kullanırken Mecazi bir anlatım tarzı kullanmıştır. Hz İsa’yı öldürmediler ifadesini kullanırken hayati fonksiyonlarını yitirmemiş anlamında değil O Şehitlerle ilgili ayette bahsettiği gibi diridirler ifadesini kullandığı gibi bu ayette de Öldürmediler kelimesinin karşılığı olarak kendi katına yükseltti ifadesini kullanarak onu tebrik ederek gitmiş olduğu yolun doğruluğunu tasdik ederek onaylıyor.

Burada ölümün benzeri gösterildi ifadesi de O Kâfir ve müşrik olanlar, Allah katında onun ödüllendirilip tebrik edildiğini nereden bilsinler onlara ölüm gibi görülen yerde yatan yemeyen içmeyen nefes almayan anlamında kullanılmıştır. Asıl Önemli olanı O Yerde yatan ceset değil asıl önemli olanı onun geride bıraktığı misyon ve yaşam biçimidir.

Genelde müfessirlerin anlattığı gibi Hz İsa yerine başka biri değil bizzat Hz İsa dır. Eğer o öldürdükleri Hz İsa değil de onun benzeri olan biri olmuş olsaydı onu katımıza yükselttik ifadesi kullanır mıydı?

Neden Hz İsa peygamberin öldüğünü kabullenemiyorlar ki? O Da bir insan değil mi? Allah ın evrene koyduğu yasaya, söylenenler uygun değil mi ? Evrenin yasasında canlılar doğarlar büyürler ve ecelleri öyle yada böyle geldiğinde ölürler.

Dünya hayatı bir denenmedir denenme anında insanlar yanlış yaptıkları zaman hemen onları Allah dünya hayatında cezalandırıvermiyor o cezaları daha önce ayetlerde örneğini verdiğim gibi ahiret alemine erteliyor. Bakınız Kur’an Toplumların peygamberleri öldürdüğünden nasıl bahsediyor.

2/87 - Andolsun, Biz Musa'ya kitabı verdik ve ardından peş peşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyit ettik. Demek, size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz

Allah Dünya Hayatında zulüm yapsalar bile Cezalandırmayacağını söylüyor.

35/45 Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azap ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah Kendi kullarını görendir.

Hem de Kıskançlık ve hakka baş kaldırmaları nedeni ile Peygamberlerini öldürdükleri zaman Allah koyduğu yasaları çiğneyerek vaatlerine muhalefet ederek Hz İsa peygamberi onların elinden kurtarıp Mekandan münezzeh olduğu yere alıp götürecek ,bu çelişkili bir anlayıştır. Bu Anlayış Okuyup naklettiğimiz bütün ayetlere ters düşer.

Allah dünya hayatında inananların kitap ve peygamber aracılığı ile bir suflörüdür.Onlara sadece vahyi dinleyenlere ve kabullenenlere suflörlük yapar. Yoksa benim velim Allah tır demeyenlerle perde arkasından konuşur. Onlara dünya hayatında müdahalede bulunmaz . Onlar bu tutum ve davranışlarıyla, kulakları sağır gözleri kör olarak ahiret hayatında ebedi bir ceza olarak cehennemde yerini alır.

Eğer Peygamberlerin , Allah tarafından maddi anlamda bir koruması olmuş olsaydı. Hem Peygamberler ölmezdi hem de Hem de öldüremezlerdi Allah’ın Gücü neye yetmezdi'ki Bir peygamberin öldürülmesini engelliye miyecek,

5/117” "Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiçbir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sendin. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.

Kur’an’da ki bir Ayet Kur’an’ın Bütününü oluşturan ayetlerin tümünün özelliklerini yansıtır. Aslında beyinler yalan yanlış bilgilerle kirlenmemiş olsaydı Hz İsa n ın öldüğünü bu ayetten bile anlarlardı.

21/8” Biz onları yemek yemez cesetler kılmadık ve onlar ölümsüz değillerdir.”

21/34” Senden önce hiçbir nefise ölümsüzlüğü vermedik Şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacak.”

21/35” Her Nefis ölümü tadıcıdır biz sizi hayırla da şerle de deneyerek imtihan ediyoruz.ve bize döndürüleceksiniz.”

İşte bu ayetler Hz. İsa peygamberin öldüğünü ispatlamaktadır.herhalde konu bu açıklamalardan sonra anlaşılmıştır kanaatindeyim.

Bundan sonra gökten Hz. İsa peygamber gelecek de toplumları düzeltecek diye hiç heveslenmesinler ölenler dünyaya tekrar gelmeyecekler.

21/95” Yıkıma uğrattığımız bir ülkeye (tekrar dünya hayatı) imkansız (haram)dır; hiç şüphesiz onlar, (dünyaya) bir daha geri dönmeyeceklerdir”
Doğrularım Allah'a yanlışlarım ise bana aittir.

ALİ RIZA BORAZAN
MERSİN-ANAMUR




KURANİANLAMAMETODU.BLOGSPOT.COM

13 Aralık 2009 Pazar

KURAN İLİM AKIL PRATİK HAYAT

DOĞRU YOLUN BULUNA BİLMESİ İÇİN DÖRT ÖLÇÜ! KUR’AN, İLİM, AKIL, VE PRATİK HAYAT

RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA!

Kkuran'ın özünü teşkil eden bu dört terimdir. Bir kişinin yolunun doğru olup olmadığını anlayabilmesi için bu dört ölçekle tartıp ölçülmesi gerekmektedir. Şimdi saymış olduğumuz dört ölçeği ayrı ayrı inceleyerek tahlil etmeye çalışalım.

KUR’AN
Kuran, Allah tarafından insanlardan kendisine seçtiği peygamberler aracılığı ile son Nebi ve resul  olan Hazreti Muhammed'e gelen Kuran gibi, bir mushafta,toparlanıp kıssası oluşmuş resullerin hayatlarından kesitler sunarak, her örnekten bir örnek verildiği ve insanların yaşamında hiçbir eksiğin bırakılmadığı Allah'ın insanlara sunduğu bir hayat projesinin adıdır.

2/2- Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir Kitaptır.

İşte Bu kitap Allah tarafından gönderilmiştir. Ve onu insanlar toplanıp bir araya gelseler bir suresini veya benzerini asla meydana getiremezler.

2/23- Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur'an)dan şüphedeyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sûre getirin. Ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın. 

İşte Bu Allah'ın meydan okumasıdır. Kuran Allah'ın nebiler aracılığı ile göndermiş olduğu çelişkisiz olan bir kitabıdır.

4/82- Onlar hala Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının Katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı. 

İşte Kuran'ın Mucize oluşunun hikmetlerinden birisi budur. Önce Kuran okuyucularının, Kuran'daki bir ayetin anlatmak istediği manayı kesinlikle Kuran bütünlüğündeki ayetlere çelişki düşürmeden anlaması gerekir. Eğer bir ayette anladığı mana, diğer ayete ters düşerse mutlaka tekrar anlayışını gözden geçirmesi gerekmektedir. Önce Bunu daha güzel anlayabilmek için Kuran'daki ayetlerin iki kısma ayrıldığını açıkladıktan sonra Kuran'da çelişkisiz bir anlayışın nasıl olacağını anlatmaya çalışalım.

Kuran'ın da anlattığı gibi Kuran'da iki tip ayet vardır. Muhkem ve müteşabih olan ayetlerdir.

3/7- Sana Kitap’ı indiren O'dur. Ondan, Kitap’ın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin Katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.

39/23- Allah, müteşabih (benzeşmeli), ikişerli bir Kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların Ondan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır. İşte bu, Allah'ın yol göstermesidir, onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için de bir yol gösterici yoktur.

Kuran'da geçen müteşabih ile ilgili iki ayeti naklettik. Müteşabih; Ayette de ifade edildiği gibi İki Anlam taşımaktadır. Birisi ikişerli anlama gelir. diğeri ise karmaşık  kendi anmının dışında farklı anlamlara gelebildiğinden, Ayetlerdir. Bu sebeple,inceleme ve tahlil sonucunda ancak anlaşılabir.

39/23- Allah, müteşabih (benzeşmeli), ikişerli bir Kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların Ondan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır.

Burada kastedilen anlam Allah kâinatta ne kadar, yaratık varsa çift yarattığı gibi yolu da çift yaratmıştır. Ve bu yola gidiş eğilimini de çift yaratmıştır. Bir insan bir taraftan muttaki, Allah'ın yolunda gidebiliyorsa başka bir insan da tamamen bunun tersi olan yolda gidebilmektedir. Bir başka deyişle şeytanın yolunda gidebilmektedir. Kitap kelimesini Kuran hem kâinata hem insana hem gönderilen vahiylere demektedir. 

İnsanın öz yapısında, diğer varlıklardan ayıran en farklı özelliği takva yönü ve fısk yönünün bulunmasıdır. bir de her iki yöne gidişte hizmet eden aklın oluşudur. Her İnsanın öz yapısına Allah'ın yerleştirdiği, nefis ve takvadan iki ses gelmesi ve düşünenlerin bu iki sesten takvadan gelen sesleri kabullenip aklını o yönde kullanmasıyla insan Allah'ın yoluna ulaşmaktadırlar. 

Allah'ın Yol Göstermesi böyle başlamaktadır. İkinci anlamı, hem Kuran'da hem de kâinatta olan ve karmaşık birden fazla anlama gelebilen anlamında kullanılmıştır İşte Bunu Ancak zikir ehlinin anlayabileceğini o konuda uzmanlaşanlar ne demek istediğini kavraya bileceğini anlatmaktadır. Şimdi Kuran'dan bir müteşabih ayet yazalım bunun ne demek istediğini konu ve Kuran bütünlüğü içerisinde anlamaya çalışalım.

6/125- Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.

İlk bakışta eğer Kuran'ın başka yerlerindeki ayetler bilinmezse sanki Allah insanın birini diliyor saptırıyor. Birini diliyor hidayete erdiriyor gibi algılanıyor. Hayır, Allah katında yaratılan insanlar arasında uzaklık yakınlık bakımından hiçbir farklılık yok hepsine eşit mesafededir.

49/13- Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.”

Sadece üstünlük Allah'ın koyduğu kurallar içerisinde hayatlarını düzenleyen ve kullukta kusur etmemeye çalışanlar içindir. İş yerlerinin kurallarına uyan elemanlarla uymayan elemanlar patron için aynı olabilir mi? O zaman böyle bir anlayış doğru olamaz, Allah kendi isteği ile birini saptırtıp diğerini hidayete getirirse sapan insan sapışından dolayı cezalanırsa o zaman adil bir anlayış olmaz. Zaten Allah insanların sapma ve hidayete ermek istediklerinde yollarını istedikleri istikamette almasını yaratmakla sapmak isteyeni saptırdım hidayete ermek isteyeni de hidayete erdirme anlamında anlaşılması gerekir. 

İnsanların diğer varlıklardan farkı da o değimliydi? İki yöne eğilimli olarak yaratılıp kişinin yol seçmede kendi özgür iradesine bırakılması onu halife yapmaktadır. İşte bu iki yöne gitme eğiliminde yaratılan insanın en önemli malzemesi akıldır. Birisi, gece gündüz insanlara Allah adına nasıl yardımda bulunurum, hesabını akılla yaparken, diğer bir insan da kimin ayağını nasıl kaydırırım insanları kendime nasıl köle ederim diye bozgunculuk yapanlar, bunları akılla yapmaktadırlar. 

Ama her insan vicdanının sesini dinlediği zaman yanlış bir davranış yaptığında veya yapmak istediğinde, ey! İnsan senin yaptığın bu davranış yanlış diye, uyaran bir ses işitmektedir. Bu uyarı sesini işittiği halde hala o yanlışı yapmaya devam ederse Allah da onun o isteğine engel olmaz. onu kendi özgür iradesiyle baş başa bırakarak kendi yolunu seçme fırsatı tanır. İşte dünyadaki insanların imtihanı budur. İnsanın istediği istikamette gerekli gayret ve yoğunlaşmayı sağladığı zaman istediğini vereceğini vaat ediyor sapmak isteyeni saptırıyor hidayete ermek isteyeni de hidayete erdiriyor.

İşte bu ayetin kabataslak anlatmak istediği mana budur. Bir de Ayet kelimesi sadece Kuran'da geçenler değil, kâinatta yaratılmış olan zerreden küreye kadar olanların hepsi ayet olarak adlandırılmıştır. Karmaşık anlaşılması zor ve bazı ayetlerin kastettikleri manalarını diğer ayetlerin yardımıyla anlaşılacağı gibi kâinatta da bazı bilgilerin ilimlerin diğer ilim dallarıyla da istişare edilmelerine ihtiyaç vardır. Kâinatta uzmanlık oluşturabilecek her hangi bir ilim dalı eğer testten geçirilmişse diğer ilim dalının verileri ile çelişmezler.

Kurandan başka bir ayet örneği verelim.

2/245- Allah'a karşılığını çok artırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah, daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz.

Bu ayetin kastettiği manayı anlaya bilmek için, bazı diğer ayetlerden haberdar olmak gerekir. Şimdi bu ayetin tamamen zıttı gibi olan bir ayet ne diyor? ona bir bakalım.

112/2- Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır).

Eğer Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoksa ki yoktur. O zaman bu borç vermeyi kim kime verecek?

2/267- Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır. 

O zaman Allah'ın Karşılığını kat kat artırma koşuluyla istediği borç ihtiyaç sahibi olmayanların ihtiyaç sahibi olanlara aktardıklarıdır.Toplumlarda yanlış algılanan Kuran'dan müteşabih olan bir ayet daha aktaralım.

29/14- Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.

Toplumlarda dünya hayatında zulmedenlerin cezasını Allah’ın vereceğini kabul etmektedirler. Bu sebeple Nuh kavminin samut kavminin ad kavminin yapmış oldukları suçlardan dolayı helak edildiği inancı hâkimdir. Kuran'da detaylı inceleme yapan ilim ve hikmet sahibi insanlar ayette ne söylendiği değil, ne söylenmek istendiğini anlayan insanlardır. Genel bir mantık kullanacak olursak Kuran'da onunla ilgili geçen ayetleri bir araya getirip düşündüğümüz zaman çelişkisiz bir anlayışı ancak yerine oturtturabiliriz.

69/4- Semud ve Ad (toplumları), kariay’ı yalan saydılar.

69/5- Bu nedenle Semud (halkı), korkunç bir sesle helak edildi.

69/6- Ad (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helak edildiler.

69/7- (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.

Bu Ayetlere baktığımızda işlenen suç yüzünden tabi afetleri onların üzerlerine salarak helak edildiği anlatılmaktadır.Ama Kuran'da başka bir ayete bakalım.

35/45- Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azap ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah Kendi kullarını görendir.

Bu ayete bakarsak da dünya hayatında zulmeden ve suç işleyenlerin dünya hayatında cezalandırılmayacağını dünya hayatının bir denenme ve imtihan yeri olduğunu anlatmaktadır.

67/2- O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. 

Allah'ın koymuş olduğu kurallara uyulmadığı zaman insanların başlarına bazı felaketler geldiği muhakkaktır. Dünya hayatında suç işlemesi yüzünden bir taraftan ceza vermeyeceğini söylerken bir taraftan da içki kullananların sarhoş olarak bir trafik kazası geçirerek başına belalar gelmesi, içkinin bağımlılık yapması nedeniyle aile yuvalarının yıkılmasına sebep olması, olağan hadiselerdendir. 

Bazen de başka birilerine zulmettiği zaman diğer insanlar tarafından onların dövülmesi hapsedilmesi idam edilmesi insanlar eliyle Allahın onlara vermiş olduğu cezalardır.

22/40- Onlar, yalnızca; "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, Aziz olandır.

Öyleyse Kuranda anlatılmak istenen helak olayı, Nuh tufanı, Salih kavminin helaki ebrehe ordusunun ebabil kuşlarıyla yenik ekin haline dönüştürülmesi Musa Kavminin denizi ikiye ayırması ve neticesinde firavunun suda boğulması kuranda anlatılan hep mecazi anlatım sanatı içerisine girmektedir. Eğer gerçek anlamında olmuş olsaydı o vermiş olduğumuz ayet örneklerine ters olurdu. O zaman helak olayını nasıl anlamamız gerekiyor? Asıl insan dünya hayatı gibi kısacık bir zaman sürecine sığdırılamaz. Asıl hayat ahret âlemindedir. 

Kısacık dünya hayatında denemeye tabi tutularak asıl yaşam olan ahirtet hayatını engelleyen her türlü davranış ve yaşam haline insanın gidişini helak olarak anlatmaktadır. İşte bu tip insanları gözleri olduğu halde görmemesi kulakları olduğu halde işitmemesi bazılarının vicdan, kuranın da fıtrat dediği olgunun duyarlılık hissinin tamamen kaybolarak dünya hayatını geliş gayesinden uzak bir yaşam özleminin sarmasıdır.

2/171- İnkâr edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler.

İşte kuranda anlatılan helak budur. 

Bir Başka örnek verecek olursak, İnsanların şu anda kullandıkları eşyaların büyük bir kısmı. Hazır olarak Allah gökten indirmedi. Ama yeryüzüne bunların hammaddelerini yaydı insanlarda bunlardan kendilerine ihtiyaç olanları inceleme ve tahlil sonucunda çıkararak demir bakır, gümüş vs. ye dönüştürerek insanoğlunu bu günkü arabalar uçaklar, gemiler, füzeler ve bilgisayarlara dönüştürülerek yorumladılar. Bu Allahın insanoğluna verdiği akıl sayesinde yorumlandı. Akıl olmasaydı bir adım bile insanlar ilerleyemezlerdi.


KÂİNAT VE İLİM

Allah tektir ve yaratmış olduğu bütün varlıklar da çift yaratılmışlardır.

13/3- Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz-dağlar ve ırmaklar kılandır. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır; geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.

Kuranda nasıl Muhkem ve müteşabih ayetler varsa kâinatta da anlaşılmaya açıklamaya ihtiyaç duyulmadan anlaşılanlar olduğu gibi, inceleme ve tahlil neticesinde ancak anlaşılabilenler de vardır. Güneş doğduğu zaman gündüz olduğunu battığı zaman gece olduğunu sorsan herkes bilir. 

Ama bazı eşyanın dilini çözmek ve onlardan yararlanmak için iç göz denilen inceleme ve tahlil neticesinde onlardaki sırları çözülebilenler vardır. Bu olayları ancak ilimde derinleşenler o konu hakkında derin inceleme ve tahlil yapan insanlar ancak onu anlayabilirler.

Bir Örnek verecek olursak diyetisyenlerin söylediklerine göre, Az yemek şişmanlatıyor Çok yemek yiyerek alınan fazla enerjinin yakılamaması şişmanlamaya yol açarken, günlük enerjinin altında kalori alıp, az yemek de şişmanlatıyor.

Beslenme Kilo Kontrolü Çok yemek yiyerek alınan fazla enerjinin yakılamaması şişmanlamaya yol açarken, günlük enerjinin altında kalori alıp, az yemek de şişmanlatıyor. International Hospital Etiler Tıp Merkezi’nden, Beslenme ve Diyet Uzmanı Zerrin Aydın, “Vücudumuzun enerjiye ihtiyacı var. Günde 2 bin kalori alması gereken bir kişi, 1400 kalori alıyorsa, vücut az enerji almaya alışıyor. Sadece bir iki gün 2 bin kalori bile alsa zamanla kilo artışı oluyor. O zaman da su içsem yarıyor diyorlar. Aslında sebebi az kaloriyle yaşamaya alışmak” dedi.

Az kalori almak metabolizma hızının da düşmesine neden oluyor. Bir enerji dengesizliği ortaya çıkıyor. Her pazartesi diyete başlayanlar, kilo dengesi en çok bozulan kişiler arasında yer alıyor. Kiloyu korumanın bir matematik hesabı olduğuna değinen Zerrin Aydın, kısır döngünün aynı kaloride kalmayı başarmakla ve egzersizle kırılacağını söylüyor.

Pazartesi Diyetleri İşe Yaramıyor

Pazartesi diyetinin sakıncalarını anlatan Zerrin Aydın, bunları şöyle sıralıyor: “Pazartesi diyete başlayan bir kişi, ilk gün 1100 kalori alıyor. Ancak Salı ve Çarşamba günleri arkadaşlarıyla dışarı çıkıyor. Kek ya da pastaya dayanamayıp yiyor, aldığı kalori 2 bini buluyor. Ertesi gün yine 1100 kalori alıyor, bir sonraki gün dışarı çıkıyor, 1500 kalori alıyor. Bu dengesiz kalori alımı da vücudun şaşırmasına neden oluyor. Amaç zayıflamak oluyor ama aslında kilo alınıyor.”

Kiloya Dikkat Şişmanlatıyor

Sadece diyet yapanlar değil, hep kilosuna dikkat etmek için düşük kalori alanlar da kilo alıyor. Yani enerjinin dengesizliği nedeniyle de kilo alıyorlar. Bir gün az iki gün çok yiyorlar. Oysa her gün 2 bin kalori alsalar ve düzenli egzersiz yapmaya özen gösterseler, kilo da almayacaklar. 

Zerrin Aydın, dengesiz kalori alımlarını dengelemek için uzman diyetisyenler gözetiminde tıbbi beslenme tedavisi yapılmasının önemli olduğunu vurguluyor. Zayıflamak uğruna yarı aç yaşayanlara, sağlıklı beslenme programı hazırlanması gerektiğini anlatan Zerrin Aydın, “Kilo vermek isteyenlere sevmedikleri yiyeceklerden oluşan bir beslenme programının sunulmaması gerekiyor. Kişilerin yeme alışkanlıklarının, dışarıda yemek yiyip yemediklerinin, tatlı alışkanlıklarının ve egzersiz durumlarının da araştırılması önemli. Kas ve su kaybına neden olmayan, yağdan kilo vermeyi hedefleyen bir program hazırlıyoruz” dedi.

Korumak daha zor

Artık kilo vermek kadar kiloyu korumak da önemli. Hiç zayıflama diyeti uygulamamış kişilerin kilo vermesi daha kolay. Ama hayatını sürekli zayıflama diyeti uygulayarak geçiren kişilerin, metabolizmaları yavaşladığı için kilo vermeleri sırasında vücut büyük bir direnç gösteriyor. 

Bu direnci kırmak da çok zor oluyor. Bu nedenle verilen kiloları korumak da, en az vermek kadar emek istiyor. Zayıflama programı bitip de koruma programına geçildiğinde, her 15 günde bir yağ, kas ve su ölçümü yapılıyor. Programı uygulayan kişilerden yediklerini ve yaptıkları kaçamakları yazmaları isteniyor. Kilo belli bir dengeye oturunca da belli bir kaloriyle devam etmeleri sağlanıyor.

Tıbbın bu araştırma ve incelemeleri de gösteriyor ki, Vücut çok yemeye alıştığı zaman, az yemeye başladığında paniğe kapılıp almış olduğu yiyecekleri stoklamaya başlıyor. Aynen onun gibi Bu Gün dünyada ekonomik kriz de bundan kaynaklamaktadır. İnsanlar gelirleri azaldığı zaman paralarını stoklamaya başlamaları da kâinatta bir uyum halinde her şeyin bir birleriyle bütünleştiği görülmektedir. 

AKIL

Akıl yeryüzündeki varlıklardan sadece âdemoğlu şemsiyesi altındaki varlıklara verilmiştir. Bugün dünyanın bildiği sadece insana verilendir. İnsanın dışındaki Varlıklarda kendilerine özgü bilgiler olduğu halde, bu bilgileri sosyalleşme olmadığından veya akıl olmadığından sadece kendilerinde saklı olarak kalmaktadır. Nitekim kuranda bunu şöyle izah etmektedir.

2/31- Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: "Eğer doğru sözlüyseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin" dedi.

2/32- Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."

2/33- (Allah:) "Ey Âdem, bunları onlara isimleriyle haber ver" dedi. O, bunları onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: "Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da Ben bilirim."
2/34- Ve meleklere: "Âdem�e secde edin" dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu.

Bu ayetlere bakıldığında derin kavrayış içerisinde bulunanlar, kâinatta iki ana çatı olarak varlığın bulunduğunu, birisi âdemoğlu şemsiyesinde eşyanın isimlerini sayabilen yaratıklar arasında mantık kurallarını işleterek, neden ve niçin sorularını sorarak onlardaki sırları çözme yeteneği verilenler. 

Diğeri ise bu insanoğlunun emirlerine amade olan ve onların hayatta yürümelerine kucak açan ona secde eden diğer yaratıklardır. Bunların adı kuranda melek diye zikredilmiştir. Bunu İnsanoğlunun var oluşundan bu tarafa izlenimlerimize bakıldığı zaman arılar yaratılışlarından bu tarafa ürettikleri balı bütün dünyadaki insanlar bir araya gelseler üretemezler. 

Ama arıların yaratılışından bu tarafa baldan başka bir şey üretemediklerini görüyoruz. O gün bal ise bu gün de bal ve kıyametin sonuna kadar ürettikleri baldan başka bir şey değildir. Çünkü arıya o kotlanmış muhakeme yok mantık yok akıl yoktur.

16/69- Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.

Meleklerin özellikleri ayette de belirtildiği gibi, Kotlanan verilen bilgilerin dışında bilgileri yok ve görev yapamazlar. Bir inek sütü nasıl verir? Ondan haberi olmaz veya bir portakal ağacı portakal meyvesini nasıl verir? onu da bilemez. Kendilerine verilen görev ne ise onu bilirler.

İnsanoğlu kâinatta yaratılmış bütün yaratıklarda gizlenmiş olan kendilerine faydalı bilgileri gün yüzüne çıkartarak, onlardan istifade etmesini akıl ile yapmaktadır. İnsanlar bütün varlıklara yönelir onlar arasında sosyal bir bağ kurarak onlardan istifade eder. melekler ise sadece kendileri ile ilgili bilgileri insanoğlu istediği zaman onları insanlara sunmakla görevidirler.

İşte insanoğlunun yaratılışı ile birlikte eşyalar ile iletişimi onların dilini çözmesi onlardan istifade etmesi, bu güne kadar teknolojideki gelişmenin belgesidir.

İnsanlardaki akıl, gelen bilgilerle eşyanın yaratılışındaki incelikleri keşfederek, insanlara sunduğu çelişkisizliği yakalayarak bir tevhide götüren ilkeyi yakalamak için akıl gereklidir. Kuranda geçen müteşabih ayetlerin kastettiği manayı o konu ile ilgili ilmin verilerini karşılaştırarak doğru bir sonuca varıp varmadığını sorgular. İşte insanlarda bu sorgulama olayı Hazreti İbrahim peygamberde doruk noktasına ulaşınca Allah kuranda onu insanlara örnek olarak göstermiştir.

İnsan diğer yaratıklardan farklılaşarak Hem Yaratıcı ile ilgili hem de kendisine hizmet eden meleklerle, hem de insanlar arasında sosyal bir bağ kurarak büyük bir sorumluluğu üslenmiştir.

33/72- Gerçek şu ki, Biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.

İşte Kendisine Verilmiş olan görevleri yerine getirip getirmemede İnsanları Dünya hayatında denemek için kendisine ayrılan süreç içerisinde aklını, takvasını ve fıskını vererek. Özgür iradesiyle baş başa bırakmıştır.

90/10- Biz ona 'iki yol-iki amaç' gösterdik.

76/3- Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.

Akıl Her tip insanda vardır Ama aklını kullanan insan sayısı çok azdır. Aklı Kullanmak demek, Uzun vadede insan kendisine ayrılmış olan paydan daha çok almayı bilendir. Bunu da görebilmek için büyük sözü dinlemek gerekir. En Büyük de Allah vardır. Allah dünya hayatı Ahret âlemine göre zaman bakımından yok denecek kadar kısadır.

Aklını Kullanan insanlar, karşılarına çıkan iki kötüden mutlaka seçmek zorunda iseler daha az kötüyü, iki iyiden de daha çok iyiyi seçmesini bilenlerdir. Aynı zamanda, başka insanların da aklından istifade etmesini bilenlerdir. Akıl İnsanı hem cennete hem de cehenneme götürebilir.

PRATİK HAYAT

Allahın insanlara göndermiş olduğu vahiylerle yaratmış olduğu kâinattaki ilimlerin verileri kesinlikle uyum halindedir. Ehli kitap ve İslam toplumlarındaki Allah tarafından gönderilmiş olan vahiylerin orjinalliği bozularak satma ve gizlenmesi nedeniyle bazı tevhidi zedeleyen anlayışların çıkmasına vesile olmuştur.

 Kurandan bir anlayışın doğru olup olmadığını kâinattaki eşyanın verileriyle kıyaslanması, eğer ilim dallarındaki verileri doğruluğunun da kurandaki ayetlerle kıyaslanarak doğru olan anlayışın çıkarılması gerekir. Her insan şunu iyi bilmelidir ki; Allahın gönderdiği vahiylerle yaratmış olduğu kâinatın, ilimleri bir birleri ile kesinlikle çatışmaz. Burada bazı ehli kitap ve İslam toplumlarındaki yanlış inançlardan söz etmeye çalışalım.

HAZRETİ İSA'NIN BABASIZ OLDUĞU İNANCI

Kurana Göre, babasız çocuk olmaz. Çünkü kâinattaki yaratılmış olan bütün şeyleri çift yaratmıştır.

51/49- Ve Biz, her şeyi iki çift yarattık. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürsünüz. Bir taraftan Allah her şeyi çift yarattık derken, bir taraftan

30/30- Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.

Bir taraftan Allah yaratışında bir sünnet koyarak, değişikliğe uğratmayacağnı söylerken 

22/5- Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, Biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkça göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten (ürünler) bitirir.

Bir taraftan da hazreti İsa peygambere gelene kadar. Bütün insanları bir anne bir babadan yaratsın. Hazreti İsa peygamberi babasız meydana getirsin böyle bir anlayış ne kurana ne tıp ilmine ne de akla kesinlikle uygun olmaz.

19/17- Sonra onlardan yana (kendini gizleyen) bir perde çekmişti. Böylece ona ruhumuz (Cibril'i) göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü.

Düzeltilmiş olan beşer burada Cebrail değil bir peygamberdir. Kuran ruh kelimesini değişik yerlerde değişik anlamlarda kullanmış, burada ruh kelimesini peygamber anlamında kullanmıştır. 

Hazreti Meryem’e düzgün beşer kılığında görünen de Zekeriya peygamberdir. İşte o da Meryem’le nikâhlanarak evlenip gelecekte ayet ve ibret belgesi olacak olan İsa peygamberi müjdelemektedir. Her peygamber kendisinden önce gelenleri doğrulaması ve kendilerinden sonra gelecek olanları da müjdelemesi bize onu anlatmaktadır. Bu olayı Kitabımın bir başka yerinde detaylı olarak anlatmaya çalıştım.

Eğer kuran hazreti İsa peygamberin babasız olduğunu söylerse tıp da bunu onaylaması gerekirdi. Ol dedi mi oluverdi demeyle bu iş detaylı araştırılmazsa. Çözülemez. Kâinata da ol dedi oluverdi diyor ama on beş milyar yıl geçtiği anlatılıyor. İsa da ol dedi oluverdi ama!

Çocuğun oluşabilmesi için diğer insanlarda sünnetullaha uygun oluşma nasılsa onda da öyle olduğu o da aynı prosedürden geçtiği bilinmelidir.

Öyleyse diyebiliriz ki, Allah'ın evrene koyduğu yasayla göndermiş olduğu vahiyler çelişmez. Ve ortaya vahiyle evrenin çeliştiği bir olgu olayı da ortaya çıkmaz.

ALİ RIZA BORAZAN
MERSİN ANAMUR


KURANİANLAMAMETODU.BLOGSPOT.COM