21 Mayıs 2011 Cumartesi

ARAF SURESİ 94. AYETİN YORUMU


KURANIN NE SÖYLEDİĞİ DEĞİL NE SÖYLEMEK İSTEDİĞİNİN ANLAŞILMASI GEREKİR.

RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA!

7/94- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.

İşte Kuran'ın ne söylediği değil ne söylemek istediğinin anlaşılması gerekir.

7/ 93- O da onlardan yüz çevirdi ve (şöyle) dedi: "Ey kavmim andolsun, size Rabbimin risale tini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Şimdi ben, inkâra sapan bir topluluğa nasıl üzülebilirim?"

7/94- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.

7/95- Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar, çoğaldılar ve: "Atalarımıza da (bazen) şiddetli sıkıntılar (bazen de) refah ve genişlikler dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine, Biz de onları kendileri hiç şuurunda değilken apansız kıskıvrak yakalayıverdik.

Ayette Geçen Nebi helak ve kavim veya helak kavramları üzerinde durmaya çalışalım.

NEBİ: Kelimesi Kuran'da bizim dilimize Farsçadan yerleşmiş peygamber kelimesinin karşılığıdır. Başka bir deyişle vahye muhatap olan demektir. Onlar bir topluma resul olarak geldikleri zaman İnkâr edenler ile nebilerin mücadelesi başlamaktadır. Kuran bu ifadeyi anlatırken hüsnü tahlil sanatı kullanmıştır.. Yani sebebi bilinen bir olayı daha güzel bir sebebe bağlama sanatıdır. Bakınız başka bir ayette aynı örnek olarak sunduğumuz ayete benzer şöyle buyurular.

17/15- Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azap edecek değiliz.

17/16- Biz, bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun 'varlık ve güç sahibi önde gelenlerine' emrederiz, böylelikle onlar onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.

Allah Halkın önde gelelere bozgunculuk yapın diye emretmez. Bakınız isra on altıncı ayette önde gelenlere, bozgunculuk yapın diye emrederiz diyor. Bir önceki ayette de hidayete eren de kendi lehine hidayete erer sapan da kendi aleyhine sapar ifadesi kullanıyor. O zaman bu ayette emrederiz Onlar da bozgunculuk yaparlar ifadesinden gel kulum sen zenginsin sen makam mevki sahibisin sana emrediyorum bozgunculuk yap. Onlar da bu emre uyarlar biz de onları helak ederiz anlamında olması herhalde düşünülemez.

Ayette ifade edilmek istenen onlar zenginliklerinden toplum içerisinde kibirlenmişliklerinden dolayı gelen nebilere baş kaldırmaktadırlar Bu kuran büyük bir adama indirileli değil mi idi. Diye karşılık vermeleri Allahın mülküne müdahale etme yolunun onlara açılarak peygamberlerle tartışma onlara müdahale etme başkaldırma dövme öldürme olayları arkasından peş peşe gelmektedir.

2/91- Onlara: "Allah'ın indirdiklerine iman edin" denildiğinde: "Biz, bize indirilene iman ederiz" derler ve ondan sonra olan (Kur'an)ı inkâr ederler. Oysa o (Kur'an), yanlarındakini (kitabı) doğrulayan bir gerçektir. (Onlara) De ki: "Eğer inanıyor idiyseniz, daha önce ne diye Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?"

Şimdi bu açıklamalardan sonra ayeti tekrar alarak anlamaya çalışalım.


7/Vemâ erselnâ fî karyetin min nebiyyin illâ eażnâ ehlehâ bilbe/sâ-i ve-ddarrâ-i le’allehum yeddarra’ûn(e)

7/94- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz

Bir memlekete nebilerin gelişi Ora halkını iki topluluğa ayırmaktadır. Birincisi nebilerin getirdiklerine iman edenler ve onun yanında yer alanlar. İkincisi de ona muhalefet edenler ve onunla savaşanlardır. İster iman etsin isterse de inkâr etsin dünya hayatında savaş ortaya çıktığında mutlaka iki tarafta yara almaktadırlar. 

Ama iman edenler çektikleri sıkıntıların bedellerini bu dünyada göremeseler de ahiret âleminde mutlaka göreceklerdir. Ama dünya hayatında iki topluluk da zarar görmektedir. Çünkü savaş olayının gerçekleşebilmesi için güçler dengeleşmesi gerekir yoksa bir orduyla birkaç kişi savaş yapmaya yeltenemez herhalde.

Dikkat ederseniz Ayet Şuayb peygamberle ilgili bir hayat hikâyesini anlatmaktadır. İsterseniz ayetin konulduğu yeri kısayı buraya aktararak bir kilit taşının yerleştirilişi gibi nasıl olayı anlatarak bir noktaya çektiğini görmekteyiz.

7/85- Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik. Şuayb onlara:) Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka İlahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız."

7/86- "O'na iman edenleri tehdit ederek, Allah'ın yolundan alıkoymak için ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın. Hatırlayın ki siz azınlıkta (ve güçsüz) iken O, sizi çoğalttı. Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın."

7/87- "İçinizden bir grup, kendisiyle gönderildiğim şeye inanmışken diğer bir grup inanmadığına göre, artık Allah, aramızda hüküm verenlerin en hayırlısıdır."

7/88- Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: "Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz." (Şuayb:) "Biz istemesek de mi?" dedi.

7/89- "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah'a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah'a tevekkül ettik. 'Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında 'Sen hak ile hüküm ver,' Sen 'hüküm verenlerin' en hayırlısısın."

7/90- Kavminin önde gelenlerinden inkar edenler, dediler ki: "Andolsun, Şuayb'a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz."

7/91- Bunun üzerine onları dayanılmaz bir sarsıntı tuttu da, kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. 

7/92- Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki orada 'hiç refah içinde yaşamamışlar' gibi oldular: Şuayb'ı yalanlayanlar, asıl büyük hüsrana uğradılar.

7/93- O da onlardan yüz çevirdi ve (şöyle) dedi: "Ey kavmim andolsun, size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Şimdi ben, inkara sapan bir topluluğa nasıl üzülebilirim?"

7/94- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.

7/95- Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar, çoğaldılar ve: "Atalarımıza da (bazen) şiddetli sıkıntılar (bazen de) refah ve genişlikler dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine, Biz de onları kendileri hiç şuurunda değilken apansız kıskıvrak yakalayıverdik.

Demek ki Ayette peygamber gönderilen kavimlerin peygamberlere karşı büyüklenme ve onların getirmiş oldukları mesajlara karşı baş kaldırmaları ve gittikçe azgınlaşarak kin ve nefretleri artarak dünya hayatında gözlerinin körelmeleri kulaklarının sağırlaşması kalplerinin de hissiz hale gelmesi Onların helak olmasına neden olmaktadır.

Helak olmak da dünya hayatında kuranda mecazi olarak anlatılan taş yağdırma sel şimşek gök gürültüsü suda boğma gibi ifadelerle anlatılan kıssalarda dünya hayatındaki yapılan yanlışların cezalarının evren yasalarına uymamalarının karşılığı olan cezalar hariç Allah özel bir ceza dünyada vermemiştir. 

Onlar dikkat ederseniz kıssanın bitiminde bahsedilen yalvarma ve yakarma olayı ahiret âleminde Yaptıklarının pişmanlığını yalvarıp yakararak tekrar dünya hayatına dönmek isteyerek iyi bir kul olma isteklerini dile getirmektedir.

6/27- Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık."

32/12- Suçlu-günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen.

Araf suresi doksan dördüncü ayetin peygamberler gelip de onlara karşı çıkan kavimlerin ahiret alemine vardıkları zaman iman etmedikleri uyarılarına karşı geldikleri din günü demek ki doğruymuş ve artık onlar pişman olmuşlardır. 

Dünya hayatında zulümler üzerine zulüm yağdırdıkça azgınlaşanların artık onlar için barınma yeri ateştir ne kadar yalvarıp yakarsalar da artık boş bir çabalamadan başkası değildir.

ALİ RIZA BORAZAN
MERSİN ANAMUR

http//kuranianlamametodu.blogspot.com

19 Mayıs 2011 Perşembe

CİN TERİMİNİN KURAN'İ VE İLMİ AÇILIMI





RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA!


CİN TERİMİNİN KURAN'İ VE İLMİ AÇILIMI;


Ali rıza bey biliyorsunuz sizin Kuran anlatımınızı çok takdir ederek takip ediyorum ve aklım elverdiği ölçüde de kavramaya çalışıyorum, ama bu konuda bir şeyler eksik kalıyor, hani siz diyorsunuz ya din ilim bilim pratik hayat dörtlemesi birbirine asla ters düşmez. Diye, evet düşmemeli... Bu konuda pratik hayat kısmında ciddi sıkıntılar var bence, şimdi siz öğretile gelenlerin yanlış olduğu için yenileri kavramanın da zor olduğunu söylersiniz hep,

Bu da doğru bir söylem, ama bu cin konusu söz konusu olduğu zaman havada muallâkta kalan bir konu yok, rivayetlerin doğruluğunu yanlışlığını tartışmıyorum, çoğu üfürükten tayyarede olabilir. Ama öte yanda şu anda gerçek yaşam içerisinde bu varlıklarla gerçekten iletişim içerisinde olan insanlar da var, bunlar normal ya da anormal o da ayrı bir tartışma konusu olabilir. Tüm bunlar bile beyni bulandırmaya yetiyor da artıyor.

Bu çerçevede cinler için yoktur demek gerçekten su an için aklın kabul edebileceği bir anlatım olmuyor... Yazınızda bir kısım var alıntı yapıyorum.

""6/130- Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size ayetlerimi aktarıp-okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp-korkutan elçiler gelmedi mi? Onlar: "Nefislerimize karşı şahadet ederiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı ve gerçekten kâfir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şahadet ettiler.”

Görüldüğü gibi cinlere de elçiler ve uyarıcılar geliyormuş. Demek ki onlar da birer insandan sapma varlıklardır."" bu kısımda cinlerin bizi görmede, işitmede ya da temas kurmada bir sıkıntıları yok, hani peygamber efendimiz kuran okurken duyarak kavimlerini uyarabilmelerine çok normal değimli? Onlar bizim göremediğimiz bir âlemdeler. Ama o âlem belki de yine bizim âlemimizdir. kim bilebilir? Onları göremeyen biziz, onlar değil,

Misal bir başka konuda Süleyman peygamber kıssasında cinlerden ifrit mevzusu var, eğer cinler gaybı bilebilseydiler bunca zaman bu kadar aşağılanıcı azap içerisinde çalışırımıydı? Gibilerinden bir söylem var, bu da çok dikkat çekici değil mi? insanlardan bir kısmı bu fal mal geleceği görebilme muhabbetine cinli insanlara bağımlı hale gelmediler mi? kimi hazine buldurmada kimi teknolojik gelişimde kimide başka işlerde konunun ne olduğu önemli değil, önemli olan o varlıklarla bir şekilde münasebet içerisinde bulunulması...

şimdi astral seyahat denilen bir olay var, bu konuda yeteneği olanlar yada geliştirenler kendi ruhları ile gezintiye çıkabiliyorlar, ve görünmeyen alem dediğimiz o aleme bile geçiş yapabiliyorlar, bu insanların anlattıkları şeylerde çok enteresan, çok uzattım biliyorum ama bu konu böylesine geniş yelpazesi olan bir konu, gerçekten çok kafa karıştırıcı, çok da deşelemeyi sevmediğim bir konu, korkunç konular:))) Allah'a emanet olun saygılarımla...

SORULARA CEVAP;

Selma Hanım, öncelikle sizin araştırma inceleme tahlil etme konusundaki duyarlılığınızı takdirle karşılıyor. Ve sizin sorularınıza değer veriyorum.

Evet, onu siz de takdir edersiniz ki; Bir şeyin doğru olması için dört hasletin birbiriyle çelişkiye düşmemesi gerekir. Kuran, ilim, akıl ve pratik hayat. İlim haline gelmiş bir teorinin denendiği zaman söylem ile eylemin uyum sağlaması gerekir.

Mesela; Yukarıya atılan taş yer çekimi nedeni ile yere düşer. Bu kanun deneme yanılma sonucunda yukarıya atılan taşın düşmesi sonucunda pratiğe dönüşmüş olmaktadır.Lafı fazla uzatmadan hemen senin kafanda oluşan soru işaretlerine geçelim.

“Ama öte yanda şu anda gerçek yaşam içerisinde bu varlıklarla gerçekten iletişim içerisinde olan insanlar da var”

Selma Hanım, yukarıdaki ifade sizin. Bu bir sadece bir inanış bir söylem mi? Yoksa, bu günkü insanların anladığı ve algıladığı anlamda beş duyularla bizim onları göremeyip de onların bizi gördüğü cinlerle irtibat kurma olayı mıdır? Bunun pratik hayatta bir ispatı var mı? Nerde iletişim kurma var? Siz benim için şöyle demişsiniz?

Bu çerçevede cinler için yoktur demek gerçekten su an için aklın kabul edebileceği bir anlatım olmuyor... Yazınızda bir kısım var alıntı yapıyorum.

Ben önce Cinlerin olmadığını söylemedim, söylemem de. Bunu söylersem Kuran'da geçen, cinlerle ilgili kırk bir tane ayeti inkâr etmiş olurum. Ben cinler yok demiyorum. Cinler bu günkü insanların algıladığı ve anlattığı beş duyularla algılanamayan görülmeyen varlıklar değil, aksine ben de onları görüyorum sende görüyorsun bir başkaları da görüyor ama onlar gördüklerinin farkında değillerdir.

Ben cinlerle konuşuyorum onlarla görüşüyorum Onlara Kuran anlatıyorum İçlerinde anlattıklarımı dinleyip kabul edenler de var etmeyenlerde var. Bu ifadelerim karşısında beklide hemen irkilip korkacaksın. Hayır hayır korkma! benim de senin de onların da Süleyman’ın da Muhammed’in de konuştukları Süleyman’ın ordusunda çalıştırdığı cinler Yaratılış gayesinin dışarısına çıkarak dünyada teknolojide ilimde ileri gitmiş insanlardır. 

Kuran'ın anlattığı cin budur. Bakınız size Kuran'da cinlerin beş duyularla algılanamayan bir varlık oluşunu ima eden hiçbir ayet yoktur. Cin konusunda Kuran'ın anlattıklarını bizim anlayamamamızın tek nedeni Kuran'daki kelime ve ayetlerin ne söylemek istediğini yakalayamadığımızdan kaynaklanmaktadır.

Kuran’dan önce Kuran’ın anlatım biçimini ortaya koyan birkaç tane ayet örneği vermeye çalışayım.

4/ 82- Onlar hala Kuran'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının Katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı.

Bununla ilgili Kuran'da çarpıklık olmadığını eğer bu Kuran Allah’tan değil de insanlar tarafından ortaya konulmuş bir kitap olmuş olsaydı, içerisi çelişkilerle dolu olan bir kitap olacağını vurgulayan ayetler vardır. Şimdi söylediklerimizin Kuran'da başka bir ayet tarafından yalanlayan bir ayet olmuşsa mutlaka bir problem bir ayeti yanlış anlama vardır. Hükmünü koymamız gerekiyor.

Kuran'da bahsedilen muhkem ve müteşabih ayetleri düzgün anlayamazsak Kuran'ı anlamada büyük bir sıkıtı çekeriz. Muhkem ayetleri anlamada bir sıkıntı yok, ama iki veya daha fazla anlama gelen aynı zamanda zikir ehli ve uzmanların inceleme ve tahlil etme sonucunda kavranabilecek olan karmaşık ayetler de vardır. Biz bu ayetlerin kastettiği manayı Kuran'ın bütün anlattıklarını görmek veya kavramakla ancak kavrayabiliyoruz.

Kuran söylenilen bir şeyin zan mı yoksa gerçekten bir belgeye bir ayete dayandığı konusunda bizim sorgulamamızı istemektedir. Ben de Kuran hakkında cinlerle ilgili okuduğum kitaplardan bu günkü insanların anladığı şeklinde cin kavramı beynimde fotoğraflanmıştı. Ama ne zaman Kuran'da tanımlanan cin'i kavramaya çalışınca o hayal mahsulü olan cin anlayışı kafamdan buharlaştı gitti. 

Şimdi sen de iyi bir Kuran okuyucusu olarak Kuran'da cin kelimesinin bu günkü insanların algıladığı anlamda cinin olmadığını cin kelimesinin insan olduğu halde insan yaşamındaki farklılaşmanın sonucunda Kuran'ın onlar için bu ismi koyduğunu anlayacaksın kanaatindeyim.

""6/130- Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size ayetlerimi aktarıp-okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp-korkutan elçiler gelmedi mi? Onlar: "Nefislerimize karşı şahadet ederiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı ve gerçekten kâfir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şahadet ettiler.
”Cin karamı ile ilgili yazmış olduğum ayetler içerisinde bu ayeti örnek olarak vermişsin.
Benim insanlara anlatamadığım işte burasıdır. Eğer cinler de Allaha ibadet ve kulluk için yaratılmış bir varlıklar ise ki öyledir. Çünkü ayette öyle buyruluyor.
51/56- Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım.

Bu cinler dünya hayatında Allah'a ibadet ve kulluk yapabilmeleri için Onlara da elçi gelmesi gerekir. Yukarıda senin de örneklendirdiğin 

6/130.ayette de onlara da elçi geldiği anlaşılmaktadır. Kuran'da Allah'tan aldığı bir emri insanlara ulaştıran elçinin adı nebi diye geçmektedir. Bir nebinin resul olarak insanlara vahyi hem onlara ulaştırma hem de örnek olarak yaşamak için nebilerin ve resullerin kendi cinslerinden olması gerektiğini vurgulamaktadır. Nitekim İsra suresinde onu Kuran şöyle açıklamaktadır.

17/94- Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: "Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?" demelerinden başkası değildir.

17/95- De ki: "Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, Biz de onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik."

Bu ayetlere göre bir nebinin elçilik yapacağı varlık kendisi cinsinden yaşanan hayatta onlar gibi karşısına çıkan problemleri çözecek, çarşılarda pazarlarda alışveriş yapacak, onlar gibi konuşacak, onlar gibi çoluk çocuk sahibi olacak, bir insan olması gerekir ki, Onlara örnek bir yaşam biçimini inancı ortaya koyabilsin.

Peki, cinler bu günkü kafalarda fotoğraflanan gibi beş duyularla algılanamayan dumansız ateşten yaratılan bir varlık nasıl onlara örneklik teşkil edebilir. Onlarla nasıl evlenir onlarla nasıl konuşur onlarla karşılarına çıkan bir problemi nasıl çözmeyi anlatabilir. Cinlere de insanlara da ayetten de anlaşıldığı gibi nebiler ve elçiler uyarıcı olarak dünya hayatında geldiği bellidir.

Karşımıza iki alternatif çıkıyor.


a)-Ya Cinlere de cinler cinsinden cin olan bir nebi ve resuller gelerek onların uyarılmasıdır.

b)-İnsanlar içerisinden insan olan nebiler ancak insanlara kendi cinslerinden geliyorsa ya cinler de insan konumunda bir varlık olması gerekir. 

Çünkü; 

17/95.i ayete göre nebiler insanlara kendi içlerinden olanları uyarmak için gelmiştir.

O zaman cinlerden bir gurubu Kuran dinlemek için peygambere yönlendirilen bir topluluğun insan cinsinden bir gurup olduğu muhakkaktır. Kuran'a göre insanların anladığı gibi cinler değil kuranın anlattığı gibi cinler peygamberden kuran dinlemişlerdir.

46/29- Hani cinlerden birkaçını, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: "Kulak verin;" sonra bitirilince kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler.

46/30- Dediler ki: "Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir Kitap dinledik; hakka ve doğru olan yola yöneltip-iletmektedir."

Demek ki, hikayelerde masallarda anlatılanları aslı astarı yoktur. Onların söyledikleri zan ve tahminden öte geçmemektedir. Hep şeyhler havada uçurulur bir tane şeyhin havada uçtuğunu gören var mı? Gören yok ama gördüm diye anlatandan duyan var. Bu da sahtekarlıktır. yalancılıktır. üç kâğıtçılıktır. 

Bu anlamda cinlerin bedenlendiğini insanlara işkenceler çektirildiğini söyleyenler var. Bu anlamda psikolojik olarak sıkıntı çekenlerde var bu bir gerçektir. O insanların zan ve tahminle söyledikleri gibi cinler nedeniyle olmuyor. Onlar psikolojik bir rahatsızlıklar sonucunda olmaktadır. Onlar ise bunu cinlerden olduğunu sanmaktadırlar.

Bu Konuda İnsanın psikolojik ve ruhsal yapısını inceleyen ilimlerin getirdikleri verileri aşağıya sunmak istiyorum
******************************************************
ALINTI

Dinamik Psikoterapi ( Dr.Tahir ÖZAKKAŞ )

Yazdır
Bilimsel gelişmeler ardıcıl çalışmalarla mümkündür. Bu manada bilim ağır ve sürekli ilerleyen bir yapı arz eder. Bilim tarihine baktığımızda zaman zaman istisnai olarak bilimde sıçramaların olduğunu görürüz. Bilimsel çalışmalar bir binanın inşasındaki tuğlalar gibidir. Her biri bir diğerinin üzerine bina edilir.


1- Tarihçe


Bilimsel gelişmeler ardıcıl çalışmalarla mümkündür. Bu manada bilim ağır ve sürekli ilerleyen bir yapı arz eder. Bilim tarihine baktığımızda zaman zaman istisnai olarak bilimde sıçramaların olduğunu görürüz. 

Bilimsel çalışmalar bir binanın inşasındaki tuğlalar gibidir. Her biri bir diğerinin üzerine bina edilir. Bir kemer taşının yapılması veya bir kubbenin inşasında tuğlalar kalıbın üzerine tek tek konmaya devam edildiğinde, son noktada bu yapının yani kemerin veya kubbenin alttaki destekleri çekildiğinde ayakta kalabilmesi için son bir taşın yerleştirilmesi gerekir. Bu taşa kilit taşı ismi verilir. Bütün dengeler bu taşın üzerine kurulmuştur. Bu taş yerine oturduğunda kemer veya kubbe meydana gelir. Bilimde de zaman zaman bilimsel sıçramaları yaratan, kilit taşına benzer dehalar mevcuttur. 

Bunların yaptıkları, bilimi bir noktadan bir noktaya sıçratmak değil mevcut bilgileri hazmederek onlara, bir kilit taşı şeklinde yaklaşarak yeni bir fonksiyon icra ettirmektir. Dinamik psikoloji bu bağlamda psikoloji bilim tarihi içinde önemli bir açılım getiren bir noktadadır. Yani bir kilit taşı görevini görmüştür.


Bu kilit taşını yerine yerleştiren bilim adamı Sigmund Freud'dür. Freud'la başlayan dinamik psikoloji ve buna bağlı dinamik psikoterapi çok çeşitli evrelerden geçerek varlığını etkin bir şekilde sürdüre gelmiştir. Dinamik psikolojinin veya psikanalizin tarihini anlamak için Freud'un yaşamına bakmak gerekir. 

Freud, genç bir bilim adamı olarak nörolojiye ilgi duyuyor, beynin sinirsel yapısını anlamaya çalışıyordu. İhtisas alanını bu yönde seçmişti. 1800'lü yılların son döneminde dünyadaki bilimsel çalışma merkezlerine baktığımızda buralarda Fransa'nın, Almanya'nın, Avusturya'nın ve İngiltere'nin başı çektiğini görmekteyiz.

Özellikle Fransa ve Almanya, tıp tarihi açısından önemli gelişmelere imza atan hekimlerin yetiştirildiği ve çalışmaların yapıldığı yerlerdir. 1800'lü yılların ikinci yarısında tıpta devrim niteliğinde olan olağanüstü buluşlar peş peşe gelmekte, insan anlayışı değişmekte, hastalıkların tedavisinde birçok yeni keşifler bulunmaktaydı. İnsanın organik yapısı en ince detaylarına kadar incelenip, araştırılıp mikroplar üzerine geliştirilen bir tıp anlayışı ve ona yönelik bir tedavi sürdürülürken, ruhsal yapıyla ilgili çok ciddi bir çalışma gözlemlenememektedir.

Bu dönemde her ne kadar akıl hastası mevcut ise de bunlar toplumdan tecrit edilmişti ve ortaçağdan getirilmiş karanlık kültürel etkilerin uzantıları hala etkilerini sürdürmekteydi. Dolayısıyla akıl hastaları cinlenmiş, şeytanın gazabına uğramış ve izah edilemeyen bir grup hastaydı. Bunlar akıl hastanelerinde çok ilkel yöntemlerle tedaviye tabi tutuluyorlardı.

Bir grup bilim adamı, akıl hastalıkları üzerinde çalışmaya başlayıp akıl hastalıklarının da beynin bir bozukluğu olduğu iddiasıyla bilim dünyasında yerlerini aldılar. Akıl hastaları genellikle bir hapishaneyi andıran koğuşlarda zincire vurulmuş bir şekilde gayri insani şartlarda tutuluyorlardı. 

Çoğu bakımsızlık ve gıdasızlıktan ölüme terk edilmişti. Bazı hastanelerde akıl hastalıklarıyla ilgili bir takım tedavi yöntemleri geliştirilmeye çalışılıyor ama bunlar çok ilkel ve saçma yöntemleri içeriyordu. İşte tam bu dönemde birbirlerinin yaklaşık çağdaşı olan birkaç bilim adamı akıl hastalıklarının ve ruhsal yapının nasıl oluştuğunu ve nasıl çalıştığını kavramak için yoğun çalışmalara girdiler. Birbirlerinin yaklaşık çağdaşı olan bu araştırmacılar arasında Salpetriere okulunun temsilcisi Jean Martin Charcot, James Braid, Pinel, Alfred Binet gibi bilim adamlarını saymak mümkündür.

Bu dönemin bilimsel anlayışına ve nesnelere yaklaşım tarzına bakacak olursak 1800'lü yıllarda evreni izah eden ve bilimde birçok uzantısı olan manyetizma teorisi geçerliliğini sürdürmekteydi. Evren animist bir görüşle izah edilmekte, evrenin canlı olduğu ve gezegenlerin birbirine manyetik etkilerle etki ettiği iddia edilmekteydi. 

Manyetik bir seyyale, gezegenler arasında etkinliğini sürdürdüğü gibi; ayın, güneşin ve dünyanın yerleşimlerine göre de insanlar üzerinde bir etki yaratabilmekteydi. Her bir insanda da evrendeki her nesnede olduğu gibi bir manyetik seyyale mevcuttu. Bu, nesneden nesneye geçebilen, akışkan bir güç idi. Bu, doğrudan gözlemlenemez fakat sonuçları hissedilir bir güç olarak izah edilmekteydi. İşte bu bakış açısından yola çıkan Franz Anton Mesmer histerik hastaların bu manyetik güçle tedavi edilebileceğini iddia etti.

Organikçi görüşün bilime yeni yeni egemen olmaya başladığı bu dönemde histerik hastalardaki bozuklukların, beynin organik bozukluğu sonucu ortaya çıktığı iddia edilmekteydi. Tam bu sırada manyetik paslarla ve etkilerle histerik hastaları hipnotik transa alan Franz Anton Mesmer, bu hastalardaki arızaları ortadan kaldırarak tedavi ediyordu. 

Bu olağanüstü bir gelişmeydi. Ayrıca mevcut bilime ters ve karşıydı, dönemin bilim anlayışıyla mantıksal bir bağ kurulamıyordu. Bir bilim adamı olan Franz Anton Mesmer, etkilerini gözlemlediği hipnotik transın bu etkilerinin nasıl oluştuğu ile ilgili zihninde mantıksal bir sebep-sonuç ilişkisi geliştirmeye çalışıyordu.

Bu da o dönemin animist görüşüne uygun olan manyetizma teorisiyle mümkün olmuştu. Kendisinde yüksek derecede pozitif manyetik güçler bulunduğuna inanan Mesmer manyetik güçlerinin azaldığına veya ters çalıştığına inandığı hastalarına bu güçlerini aktarıyordu. Hastalar da bu güçlerle şifa buluyordu. O dönemde çok meşhur olan ve ünü bilim dünyasına yayılan Franz Anton Mesmer ile ilgili Fransız bilim akademisi inceleme başlattı. Bu incelemeler sonucunda Mesmer'in bir şarlatan olduğu şeklinde yargıya varıldı. Mesmer şöhretini kaybedip Fransa'yı terk etmek zorunda kaldı.

İşte tam bu dönemde histerik hastalar üzerinde çalışma yapan Charcot ve Pierre Janet, hipnotik trans çalışmalarıyla hastalardaki bir takım belirtilerin ortadan kaldırılabildiğini keşfettiler. Histerik hastalardaki belirtilerin organik bir bozukluğa dayanmadığını, ruhsal bir nedensellik içerdiğini iddia ettiler. 

Çok ciddi bu iki bilim adamının hipnoza sahip çıkması hipnozla ilgili birçok çalışmanın yapılmasına neden oldu. Jamer Braid, hipnoz ile ilgili çalışmalar yaparak bu konuyu bilim dünyasında açıklığa kavuşturmaya çalıştı. Tam bu sırada Pinel akıl hastanelerinde hastaların zincirlerini çözdürdü. Onları birer hasta insan olarak kabul edip, onlara insanca muamele edilmesini istedi. Bu da psikiyatri tarihinde devrim niteliğinde yeni bir gelişme idi. Bir taraftan Darwin'in görüşleri bilim dünyasını etkilemekte, diğer taraftan ruhsal yapı incelenmeye çalışılmaktaydı.


İşte tam bunların ortasında Freud, beyni incelemek üzere nöroloji ihtisasına başlamıştı. Birçok değerli bilim adamıyla iletişim içindeydi. Charcot en çok hayranlık duyduğu adamların başında geliyordu. 

Histerik hastalar üzerine yapılan çalışmalarda hipnotik transın etkilerini gözlemleyen Freud, zihninde birçok çağrışımlar buldu. Fark ettiği ilk şey, hastaların trans süresi boyunca yaşadıkları bir takım olayları ve konuşmaları transtan çıktıktan sonra hatırlayamamalarıydı. Yani insanlar biraz önce yaşadıklarını hatırlamıyorlardı. Bu mümkün olamazdı.

Bu insanlara ne oluyordu da hatırlamıyorlardı. İnsanlar gerçekten yaşadıklarını daha sonra hatırlamıyorlardı?! Freud'un zihninde çakan şimşekler ona, insanın kendisinde, bilinciyle ulaşamayacağı bilinçdışı bir alanın var olabileceği çağrışımını yaptırdı. Bir anda ilgi alanı nörolojiden psikolojiye ve psikiyatriye döndü. 

İhtisas alanı olarak psikiyatriye yöneldi. Kuramının ilk kilit taşını koymuştu: İnsanda bilinç dışı denen bir alan vardı ve bu alan insanı etkilemekteydi. İnsanın davranışları, düşünceleri ve duyguları tamamen bilinçli değildi. Bu, inanılması çok zor bir gerçekti. Freud girdiği bu yolda 80 küsur yıllık hayatı boyunca hep devam edecek ve insanın bilinçdışını inceleyen, irdeleyen, onun determinal bağlarını keşfetmeye çalışan bir araştırmacı olacaktı.

Freud bulduğu yeni çalışma alanında büyük bir uğraş içine girdi. Bu uğraşta önce zihinsel yapının veya zihinsel aygıtın nasıl bir şey olduğu ile ilgili tasarımlar kurdu. Bu tasarımlarının geçerli olup olmayacağını hastaları üzerinde hep test etti. Deneme-yanılma yoluyla zihinsel aygıtın parçalarını yakalamaya çalıştı. Yakaladığı ve tanımlayabildiği her parçayı bilim dünyasının önüne koydu. 

O dönemde çocuk cinselliği üzerine çeşitli çalışmalar da mevcuttu. Haz prensibinin nasıl geliştiğini ve nasıl evrimleştiğini gözlemlemeye ve incelemeye çalıştı. Her keşfettiği yeni bir bulguyu önce kendi zihninde kritik edip daha sonra kamuoyuyla paylaştı. Zihnine güvendiği ve inandığı arkadaşlarıyla devamlı yazışma ve tartışma içine girdi. 

Görüşlerini onlara aktardı. Bu dönemde birçok değerli bilim adamıyla çalışma fırsatını yakaladı. Ancak çalışmaları ve iddia ettiği fikirleri, mevcut statükocu bilim anlayışı nedeniyle reddedildi. Bilim camiasından ve dolayısıyla üniversiteden uzaklaştırıldı. Çalışmalarını yalnız başına, kendi muayenehanesinde sürdürdü. Bu süreç içerisinde teorik bir alt yapıyı oluşturduğuna inandığından kurumsallaşmaya giderek psikanalizini ilan etti.

Psikanaliz, Freud'ün insan anlayışını, insanın ruhsal aygıtını, bunun gelişim evrelerini ve bu evrelerde ortaya çıkabilecek nedensellik ilkelerini ve sonuçta patolojilerinin nasıl tedavi edileceğini anlatan geniş bir altyapıyı içermekteydi. Freud, getirmiş olduğu bu sistemle her şeyi yerinden oynatıyor ve sarsıyordu. Tüm kültürel değer yargıları, insanla ilgili bilimsel anlayışlar, ruhsal yapılar, dinî inançlar, ritüeller, cinsellik, her şey karmakarışık olmuştu. Mevcut yapının devamını öngören sistem, Freud'un bu tezine karşı şiddetli tepkiler üretti. Bu da doğal bir refleksti. Freud, kuramının ayakta kalabilmesi için zaman zaman katı tutumlar takınarak kuramını savunmaya çalıştı. 

Hem kuramını geliştiriyor hem de kuramını ayakta tutmaya çalışıyordu. Freud'un etrafında toparlanan bir grup bilim adamı, tarihe damgasını vuracak yeni oluşumları başlatacaklardı. Bir grup dehanın Freud'la beraber yaptığı bu çalışmalar, insanın bilinmezliğine ışık tutan projektörler gibiydi.


Freud'un katı tutumu, beraber çalıştığı arkadaşlarıyla bir süre sonra yollarının ayrılmasına neden oldu. Yollarının ayrılmasından öte birbirlerine düşmanca yaklaşan farklı okulların veya ekollerin oluşmasına neden oldu. Freud'dan ilk ayrılanlar Karl Gustave Jung, Jungyen psikolojiyi kurarken Alfred Adler bireysel psikolojiyi kurmuştu. Buna rağmen Freud'dan ayrılan tüm bilim adamlarının ana yapısında dinamik psikoloji anlayışını görmek mümkündür. 

Daha sonraki yıllarda, Freud öldükten sonra psikanaliz büyük gelişmeler göstermiş; kendi içerisinde evrimini sürdürüp gruplaşırken kendi dışında da birçok yeni dinamik ekolün oluşmasına neden olmuştur. Bu çerçevede ego psikolojisi, nesne ilişkileri kuramı, kendilik kuramı gibi yeni dinamik kuramlar geliştirilmiş, modern insanın izah edilemeyen bir takım sorunlarına dinamik kuramın içinde yeni açılımlar getirilmiştir. Bir nevi dinamik kuram zenginleştirilmiş, elastikî hale getirilmiş, katı tutumu yumuşatılmıştır.

2- Klasik Psikanaliz

Freud insanın zihinsel yapısını izah etmeye çalışıp 'İnsanın ruhsal aygıtı' kuramını geliştirmeyi sürdürüyordu. İnsanı anlamak, insanın ruhsal aygıtının parçalarını kavrayabilmek için yoğun gayret gösteriyordu. Çalışmaları, gözleme ve konuşmaya dayanıyordu. Freud laboratuarda çalışan bir bilim adamı değildi; öncelikle klinisyendi. 

Yani kendisine müracaat eden hastaları tedavi etmekle yükümlü bir hekimdi. Yalnız başına bir kuram, hastalara hiçbir yarar sağlamazdı. İnsanın ruhsal yapısını, ruhsal aygıtının parçaları ve aralarındaki bağlantıları çok iyi tanımlayabilirsiniz. Bu tanımlamalarınız da doğru olabilir. Ancak bu bilgiler hastaya hiçbir fayda vermez. Freud hastaları ile yaptığı çalışmalarda önceleri hipnotik trans altında onları konuşturuyor, onların geçmiş yaşantılarına ulaşmaya çalışıyordu. Hastaların, geçmişteki travmatik anıları konuştuklarında ve o günleri tekrar yaşayıp transtan çıktıktan sonra rahatladıklarını gözlemledi. Bazı hastalar hipnoz altında duygusal bir boşalım yaşıyor, ağlama krizleri geçiriyor ve kendiliğinden bir iyilik hali elde ediyorlardı. Freud buna baca temizleme işlevi ismini verdi. Hastalar trans altında sıkıntılarını ifade edip konuştukça tedavi oluyorlardı.

Bu gözlemlerden yola çıkan Freud, her hekim tarafından her hastaya uygulanabilecek bir yöntem geliştirmeye çalıştı. Çünkü her hasta hipnoza alınamıyordu. Bu da ciddi bir sorun olarak duruyordu. Ayrıca her hastanın hipnotik transa alınması hekim için zahmetli ve zor bir süreçti. Freud çalışmalarının bir evresinde serbest çağrışım yönteminin de aynı sonuçlar doğurabileceğini keşfetti. Ancak hipnotik trans altında hastaların çok kısa yoldan rahatlaması temin edilirken, serbest çağrışım yöntemiyle bu yol biraz daha uzatılmış oluyordu.

İşte bu şekilde bir ihtiyaçtan doğan yeni bir tedavi yöntemi arayışı klasik psikanalizin kapılarını açtı. Freud deneme-yanılma yoluyla hastalarıyla yaşadığı süreci çok dikkatli bir şekilde gözlemledi ve önemli çıkarımlar elde etti. Aktarım, karşı aktarım, katarsis, savunma düzenekleri, bilinç, bilinç öncesi, bilinç dışı rüyalar, rüyaların sembolik anlamı, dil sürçmeleri ve benzerleri, bu süreçte elde ettiği kıymetli materyaller idi. İşte tüm bunları bir araya getirerek dinamik kuramın tedavi yöntemini ortaya koydu.

Bunun adı Klasik Psikanalizdi. Klasik psikanalizi anlayabilmek için, onu oluşturan kavramları ve ne işe yaradığını bilmek gerekir. Aşağıdaki bölümlerde klasik psikanalizin ve dinamik kuramın ana yapı taşları açıklanmaya ve nasıl işlev gördükleri izah edilmeye çalışılacaktır.

3- Klasik Psikanalizin Temel Kavramları

Klasik Psikanalizin temel kavramları şüphesiz bilinç, bilinç öncesi ve bilinçdışı kavramlarıdır. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi Freud bir hipnoz seansını seyrettikten sonra çok farklı düşünsel çağrışımlar içine girmişti. Acaba insanoğlunun kendi zihninde, bilincin haberi olmadığı bir bilinç alanı olabilir miydi? Bu mümkün müydü? Bunun mümkün olabileceği varsayımıyla yola çıkan Freud, araştırmalarını bu alan üzerine odakladı. Bu araştırma için biçilmiş bir kaftan mevcuttu: 

Hipnoz. Bir hekim, gerçek manada zihinsel aygıtın nasıl çalıştığını görmek istiyorsa mutlaka hipnotik trans çalışmalarına girmesi gerekir. Değilse bilinç ve bilinçdışı kavramlarını hatta savunma düzeneklerini hakkıyla algılayabilmesi oldukça zordur. Freud hipnotik trans çalışmaları sayesinde ruhsal aygıtın bilinçlilik durumunun üç ana parçadan oluştuğunu tespit etti. Ana kütle bilinçdışı idi. Egomuza, realiteye ve süperegomuza ters bilgi, dürtü, materyal, yaşanmış hadiseler bilinçdışının derin katmanlarında bulunuyordu. 

Zaman zaman ego, ihtiyaç duyduğunda bu materyale ulaşabiliyor ve bunu bilince ulaştırıyordu. Bilinçli katman ise fark ettiğimiz, hafıza kayıtlarından rahatlıkla çağırabildiğimiz, bildiğimiz şeyleri içeriyordu.

Buradaki materyal egoyla uyumlu, süperegoyla ters düşmeyen, realiteye aykırı olmayan bilgileri içermekteydi. Zaman zaman zihnimizde, 'dilimin ucundaydı, şimdi aklımdaydı, şimdi aklıma gelir' şeklinde izah etmeye çalıştığımız bilgi materyalleri de bilinç öncesinde duran materyaldir. Bilinç öncesi sanki bir gümrük bölgesi gibidir. Bilince çıkıp çıkmamasında henüz karar verilememiş bir takım engelleyici güçlerin etkisi altında bastırılmaya zorlanan, bir taraftan da dürtülerin gücüyle bilince çıkmaya çalışan yapılar olarak isimlendirilebilir.

4- Serbest Çağrışım ve Divan

Bilinçdışına erişimin birçok yolu vardır. Bunlar rüyalar, dil sürçmeleri, hipnotik trans halleri ve serbest çağrışımdır. Freud bilinçdışının varlığını ve gerçekliğini, izlemiş olduğu bir hipnotik trans çalışmasından sonra keşfetmiştir. Bir nörolog olarak hayatına yön verip nöroloji biliminde ilerlemeyi amaçlarken, izlemiş olduğu bir hipnotik trans vesilesiyle insanın ruhsal yapısına yönelmiştir.

Charcot, Bernheim, Liebeault gibi zamanın meşhur nöropsikiyatristleri hipnozu çeşitli boyutlarda inceleyip araştırıyorlardı. Freud hipnozu tanıdıktan ve hipnoz yapmayı öğrendikten sonra nevrotik hastalar üzerinde bir dizi çalışmalar gerçekleştirdi. Bu çalışmalar esnasında hipnotik trans altına alınan hastalarda, bilinçdışındaki bir takım materyalin bilince çıktığı ve hastanın bunları hekimine anlattığını tespit etmişti.

Hastalar, transtan çıktıktan sonra bu bilgileri hatırlayamamakta ve bilmemektedirler. Bazı hastaların bilinç dışındaki bir takım anılarını tekrar yaşattığında ve travmatik bu anıları bilince ulaştırdığında onların bir takım şikâyetlerinin geçtiğini tespit etmiştir. 

Araştırmalarını derinleştiren Freud hipnotik trans çalışmaları sayesinde insanın iç dünyasında, bilinci ile ulaşamayacağı farklı bir ruhsal alanın varlığını keşfetmiştir. Bu, bilinçdışıdır. Ruhsal yapının parçalarının aydınlatılabilmesi için bu keşif, devrim niteliğinde müthiş bir buluş olarak ortaya çıkmıştır.


Freud, uzunca bir süre bilinçdışı ile bilincin ilişkisini incelemiş, aradaki bağlantıların sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koymaya çalışmıştır. Dinamik kuramı bu çalışmalar sayesinde kuran Freud, hipnozu hastalarının tedavisinde de çok yoğun olarak kullanmıştır. Ancak her hastanın hipnotik transa girememesi, hipnozun genel popülasyonda uygulanamaması ve bazı bireylerce sakıncalı bulunması, bu yöntemin kullanılabilirliğini azaltmıştır. 

Freud, hipnoz sayesinde oluşturduğu dinamik kuramını, her hekim tarafından herkese uygulanabilir hale getirmeye ve hastalarının bilinç dışına doğrudan ulaşabilmenin başka yollarını araştırmaya çalışmıştır. Amacı, dinamik kuramı evrensel olarak uygulanabilir hale getirmektir.

Hastalarıyla doğal bir ortamda sohbet ederken zaman zaman hastalarının konuşmalarının içeriğinde, konunun özüyle ilintili olmayan bir takım fikirlerin veya düşüncelerin ifade edildiğini görmüştür. Freud bunların üzerine odaklandığında, bu anlamsız düşünce uçuşmasının arka planının özel bir anlam içerdiğini fark etmiştir. 

Buradan yola çıkan Freud insanın amaçsız bir şekilde, rastgele konuşmasını sürdürdüğü takdirde, bilinçdışındaki bir takım bilgi veya materyalin bilince ulaştığını keşfetmiştir. Bu, her bireyde veya her insanda rahatlıkla oluşturulabilecek bir süreçtir. Daha sonra bu keşfinin üzerine, insanın bilinçdışına erişebilmesini kolaylaştırabilmek için serbest çağrışım (free association) ismini verdiği yöntemi uygulamaya koymuştur.

Bu yönteme göre, bilinçdışında deşarj olmaya çalışan ve bilince ulaşmaya gayret eden bilgiler varken diğer tarafta bunları tehlikeli addeden engelleyici güçler vardır. Normal zamanlarda egonun engelleyici güçleri sayesinde, bilinç dışına erişmeye çalışan dürtülerin deşarj olmasının önüne geçilir. Ancak amaçlı düşüncenin terk edildiği, düşüncenin herhangi bir şeye odaklanmadığı ve mümkün olduğu kadar iradenin devre dışı bırakıldığı bir rastgele konuşma sisteminde serbest çağrışım ortaya çıkmaktadır.

Birey bir nevi kendi kendine beyin fırtınası yapmaktadır ve bunu da seslendirmektedir. Amaçsız, hedefsiz, rastgele fikirlerin ve düşüncelerin dansına izin vermek ve bunları dile getirmek, ilginç gelişmelere ve sonuçlara neden olmaktadır. Rahatlayan ego güçleri, bir nevi teyakkuz durumundan vazgeçerek kendini beyin fırtınası sürecine bırakmaktadır. Tam bu esnada, bilinçdışında bir an önce ifade edilmeye çalışılan düşünceler ve dürtüler, flashbackler halinde bilince ulaşmaktadır.

Bilince ulaşan bu materyal hemen peşinden zincirleme bir reaksiyon doğurmakta; birçok anının, travmanın, yaşantının, hissedişin ve duygulanımın su yüzüne çıkmasına neden olmaktadır. Bu fark ediş, zaman zaman kuru bir bilgi gibi ortaya çıkabilmekte, zaman zaman da duygusal bağlamda, duygu yüklü olarak karşımıza gelebilmektedir. Duygu yükü ile birlikte bilince ulaşan anılar veya çağrışımlar kişide şiddetli duygusal reaksiyonlara neden olabilmektedir.

Serbest çağrışım nasıl yapılmalıdır? Serbest çağrışımın yapılabilmesi için kişinin içsel ve dışsal uyaranlardan mümkün olduğu kadar uzak tutulması gerekir. Nötr bir ortamda duyularımızı aşırı rahatsız etmeyen çevre şartlarında, rahat bir koltuk veya divanda, hekimin görünmediği bir oturuş pozisyonunda yapılmaktadır. 

Bunların hepsi kişinin kontrollü, irade merkezli, dikkati çeken düşünce sisteminden uzaklaştırmaya yönelik tedbirlerdir. Aslında bu durum, hipnotik transa alınacak bir hastanın transını kolaylaştıran faktörlerin aynısı gibidir. İçsel ve dışsal uyaranların minimuma indirildiği, ritmik bir stimilusun ritmik bir şekilde süjeye ulaştırabildiği bir ortamda hipnotik transı oluşturmak çok kolaydır.

Aynı ortamda bireyin serbest çağrışım yapabilmesi de o oranda kolaylaşmaktadır. Serbest çağrışımın nasıl yapıldığını anlayabilmek için normal bir zamanda bir insanın düşünce içeriğini şekillendiren faktörlerin neler olduğunu bilmemiz gerekir. Normal bir düşünce sürecinde;

A- Kişi, iradesiyle düşünmek istediği amaçlı bir düşünceyi zihnine getirir ve o amaca yönelik olarak gayret gösterip, dikkatini odaklayarak o düşünce üzerinde yoğunlaşır.

B- Bu düşünce ile uğraşırken vücudunun içinden gelen biyolojik ve ruhsal uyaranlar, bu düşüncenin şekline ve gelişimine etki eder.

C- Kişi, amaçlı düşünceyi sürdürürken dışarıdan gelen duyuların etkisiyle bu düşünce süreci etkilenerek onlarla ilintili farklı düşünce süreçlerine girebilir.

D- Amaçlı düşünceyi sürdürürken amaca hizmet etmeyen, konuyla ilintisiz düşünceleri ve çağrışımları da aktif olarak irade gücüyle bastırmak durumundadır.

E- Düşünce sürecini etkileyen tüm bu faktörlerin ötesinde, iradenin kontrolü dışında deşarj olmaya çalışan düşünce veya düşünce türevleri söz konusudur.

Serbest çağrışım, yukarıda bahsedilen bir düşüncenin oluşumundaki öğelerin ilk dördünü saf dışı bırakarak, beşinci öğedeki bilinçdışı olarak engellenilmeye çalışılan düşüncelerin, düşünce türevlerinin veya dürtülerin bilince ulaşmasını sağlamaya çalışır. 

İlk dört faktör saf dışı bırakıldıkça, bilince çıkmak için fırsat kollayan dürtü ve dürtü türevleri kendilerini ifade etmek için uygun bir zemin bulurlar. Kendilerini ifade ettiklerinde ise üzerlerine yükledikleri libidinal enerjiyi deşarj ettirmiş, bilinçdışındaki basıncı hafifletmiş olurlar. Bilinçdışındaki basınç hafifleyince şikâyet olarak karşımıza gelen birçok semptomun veya belirtinin, kendiliğinden ortadan kalktığını tespit etmek mümkündür.

Serbest çağrışım, dinamik psiko-patolojik anlayışın bütünsel yaklaşımında bir anlam ifade etmektedir. Ruhsal rahatsızlıkların oluşum mekanizmalarını ve süreçlerini dinamik bir anlayışla izah eden bu yapı, tedavide de aynı mantıksal kurgu üzerine oturmaktadır. Bu anlayışa göre bilinçdışında tutulan ve/veya bilinçdışına itilen dürtüler, kendilerine tatmin yolu bulamadıklarında alternatif çıkış yolu ararlar. Bunlar patolojk savunma düzenekleridir. Bunun sebebi dinamik sürecin gelişim aşamalarındaki tıkanıklıklar, hatalar veya patolojiler olabilmektedir.

Bu nedenlere bağlı olarak bireyin sağlıklı bir egosu gelişemediğinden, olaylarla yüzleşebilme kapasitesi de düşük kalmaktadır. Egoyu güçlendirici, bilinçdışındaki materyalle yüzleşmesini temin edici ve bilinçdışındaki deşarj olmaya çalışan dürtüleri tanımaya imkân verici bir yaklaşım tarzı dinamik anlayışa göre iyileştirici bir etki gösterir. 

Geçmişteki zayıf bir ego nedeniyle savunmasız durumdaki birey, bir takım stratejilerle kendini korumaya çalışmıştır. Bu arada belki de bireyin egosu gelişmiş, palazlanmış ve tüm bu travmatik anılara veya dürtü bombardımanına karşı kendini savunabilecek güçtedir. 

Ancak bunu sorgulama ve kendi konumunu objektif olarak tayin etme imkânından mahrum olduğundan, çocukluk döneminden alışılagelmiş savunma düzenekleri ve dürtü kontrolü sistemleri aynen uygulanmaktadır. Belki de hiçbir şeye gerek kalmadan bu dürtülerin bilince çıkarılması ve ego ile yüzleştirilmesi, onların etkinliklerini ortadan kaldırmaya yeterli olabilmektedir.


Benzer şekilde bilişsel yaklaşım tarzına göre, çocuğun bebeklik döneminde travmatik anılara karşı kendini koruyabilmesi için kaçınma ve kızgınlık reaksiyonlarından başka elinde kendini koruyucu mekanizmaları yoktur. Ebeveynleri veya çevresi tarafından çeşitli şekillerde aşağılanan, değersizleştirilen, utandırılan, dışlanan, suçlanan bir çocuk kendini savunmak için o günkü becerileriyle bir takım telafi edici stratejiler geliştirmektedir. 

Bilişsel teoriye göre vaka formülasyonu yapılırken, Bugünkü problemin kaynağı olarak insan ilişkileri bağlamında o şahsın çocukluğundaki yetersiz telafi edici stratejileri üzerini yoğunlaşılmaktadır.

Hâlbuki bugünkü birey, o günkü çocuk değildir. Daha donanımlı, daha yeterli, daha güçlü bir konumdadır. Bu konumda hala çok daha değişik stratejilerle kimliğini ve kişiliğini koruyup kendini ifade etme imkânı veren çocukluk döneminin basit stratejileriyle kendini korumaya çalışmaktadır. 

Çocukluk döneminde ailesine küsüp giden, kızdığı zaman duvarı yumruklayan, alay edildiğinde utanarak, kızararak tepki veren bir yapı, gelişkinlik döneminde benzer ortam ve durumlarla karşılaştığında aynı cevaplarla kendini korumaya çalışmaktadır. 

Bilişsel tedavi stratejisi bu ilişkinin üzerine odaklanarak, imajinasyon çalışmalarıyla bireyin, bugünkü güçlü halini fark edip yeni stratejiler geliştirmesine yardımcı olabilmektedir. Bu bağlamda bakıldığında serbest çağrışım yönteminin getirdiği faydalarla, bilişsel yapının kontrollü imajinatif çalışmaları aynı kaynaktan çıkıp aynı etkiyi yaratan benzer uygulamalar olarak görülmektedir.


Serbest çağrışımda geçmişte yaşanmış travmatik bir anının canlandırılarak etkisinin ortadan kaldırılması, göreceli olarak daha kolay iken ruhsal gelişim evrelerindeki bir takım tıkanıklıkların halledilmesi o kadar kolay değildir. Pre-ödipal ve ödipal dönemdeki ruhsal tıkanıklıklar veya sapmalar, serbest çağrışımda bir süreç olarak karşımıza çıkar. 

Bu durumda egonun kısa süreli değişimlerinden ve alternatif telafi edici, sağlıklı stratejiler geliştirmesinden bahsetmek mümkün değildir. Bu süreç, dinamik terapinin ana yapısıdır. Bu yapının bilişsel ve davranışçı ekollerde tam karşılığını bulmak mümkün değildir. Burada ne olmaktadır? Serbest çağrışım sürecinin mecrasına girmiş, değişmeyen bir ortamda kendini ifade etme imkânı bulmuş olan birey, doktorun şahsında bir boş ekran yaratır.

Doktor olabildiğince tarafsız, olabildiğince gerçeklikten uzak, olabildiğince nötr ve sadece boş bir ekran durumundadır. Bunun sağlanabildiği ortamda birey, o ekranın üzerinde bir oyun sahneler. Bu oyunun her türlü versiyonu, yargılanmaktan, utandırılmaktan, aşağılanmaktan veya suçlanmaktan uzak bir şekilde doktorun şahsı üzerinde oynanmaya başlar. 

Bu, hem rüyalarda hem de serbest çağrışımlarda yavaş yavaş etkisini göstermeye başlar. Burada sanki ilk nesne ilişkilerinde ebeveyn ile kurulan ilk insan ilişkisi, tekrardan doktorun şahsında ele alınmaktadır. Aynı hatalı sürecin tekrarlanması beklenirken, doktorun olaya yorumlarla ve farklı zihinsel yaklaşımlarla müdahale etmesi sonucunda hastada iç görü gelişerek farklı bir model uygulama sürecine girilir.

Birey, o güne kadar anne-baba ile kurmuş olduğu nesne ilişkilerinin hatalı versiyonlarını, tüm nesnelerle mütemadiyen tekrar eden patolojik yapıyı, bu aynı süreci doktorla ilişkisinin içine de sokmaya çalışır. 

Dış dünyada patolojik ilişkilerinin farkında olmadan bu yapıyı devam ettiren bir bireyin, dış dünyanın kendisini iyileştirici ve farkındalık düzeyini artırıcı yorumları olmaması nedeniyle patolojik kişilik örgütlenmesi ve hatalı nesne ilişkileri pekişerek devam eder. İşte doktorun görevi, şimdiye kadar tüm nesne ilişkilerinde patolojik örgütlenme sistemini uygulaya gelen bu yapıya 'dur' diyebilmesidir.

Her şey sil baştan ele alınır. Birey sanki iki-üç yaşına, bazen dört beş yaşına giderek anne-babasıyla kurmuş olduğu ilk model ilişkisini doktoruyla kurar. Kurulan bu ilişkide doktor, yorumları sayesinde kişinin, hatalı olan örgütlenme zincirinin ayırdına varmasını sağlar. Bunu bazen susarak, bazen yorumlayarak, bazen konuşarak temin eder. 

Hasta o güne kadarki ilişkilerinde karşı taraftan hep patolojisini besleyecek cevaplar almışken, bu kez hekimden farklı cevaplar gelmekte ve zihninde farklı modeller oluşmaktadır. Bu yeni ve sağlıklı modelin içselleştirilmesi, etkin kılınması ve içyapıya sindirilmesiyle birlikte terapi süreci bitmiş olur. Serbest çağrışım sürecinde bütün bu aşamaların zincirini görmek mümkündür.

Serbest çağrışım ve divan, klasik psikanalizde uygulama alanı bulan bir tedavi yöntemidir. Dinamik kurama sahip çıkan son dönem analistleri ve yeni dinamik ekoller (nesne ilişkileri, kendilik psikolojisi, benlik psikolojisi ve diğerleri) serbest çağrışım yönteminden vazgeçmiş, hastalarını divana oturtmak yerine karşılarına almış, karşılıklı görüşmeler şeklinde tedavi süreçlerini belirlemişlerdir. 

Bu tedavi süreçleri, serbest çağrışım ve divanı barındırmadığı halde dinamik yapının psiko-patolojik anlayışını çoğunlukla benimsemiş ve tedavi stratejilerini bunların üzerine bina etmişlerdir. Bu farklı dinamik ekollerde, yorum, aktarım, karşı aktarım, direnç ve dirençlerin çözümlenmesi de aynı şekilde etkinliğini tedavi süreçlerinde korumaktadırlar.


5- Aktarım ve Karşı Aktarım

Grup terapisi çalışması yaptığımız bir günde gruba davet ettiğimiz yeni bir üye, grup seansına geç katıldı. Bu yeni grup üyemizi grubun içine aldıktan sonra, hiçbir tanışma merasimi yapmadan bu üye ile ilgili çalışmaya başladık. Yeni gelen bu üyemiz hakkında hiçbir bilgi sahibi olmayan diğer grup üyeleri, bu yeni üye hakkında yoruma davet edildi. Onlardan, görüntüsel yapısı ile bu üyenin kendilerine hissettirdiği duyguları, hiçbir sansüre tabi tutmadan diğer üyelerle paylaşması istendi. İlk defa görülen bir şahıs hakkında insanların fikir yürütmeleri oldukça ilginçtir.
Grup üyelerimiz, gruba yeni katılan ve hakkında hiçbir şey bilmedikleri bu yeni üyenin kendilerine hissettirdiği duyguları, çağrıştırdığı düşünce ve anıları ifade ettiler. Herkes gelen şahıs ile ilgili birbirinden ilginç ve farklı yorumlar yapmaktaydı. Yorumlardan bir tanesi oldukça ilginçti. Bu üyemize, gelen yeni üyemiz ile ilgili olarak ne hissettiği sorulduğunda özetle şöyle cevap verdi:
"Dış kapı açılıp bu arkadaş salona girdiğinde, onu görür görmez içimde büyük bir hınç ve öfke kabardı. Tanımadığım bu şahsa karşı çok büyük bir kızgınlık hissettim. Sebebini önce anlayamadığım bu duygularıma biraz daha yaklaşınca, kızgınlığımın gerçekte o şahsa değil ağabeyime karşı olduğunu fark ettim. Neden diye kendime sorduğumda ise; gelen şahıs kış günü tertiplenen bir grup terapisine katılmıştı. Salona girdiğinde kulaklarını da örten püsküllü bir berenin başına geçirilmiş olduğu, kalın bir paltonun ve altındaki boyun atkısının boğazı tamamen kapatmış olduğu bir şekilde salona girmişti. Kafasına taktığı bere, benim ağabeyimin takış stili ve benzeri idi. Ağabeyime karşı büyük bir kızgınlık ve öfke duyuyordum. Bir erkek ve bir kızdan oluşan kardeşlerimden erkek olan ağabeyim, çok başarılı bir tahsil hayatından sonra üniversiteyi bitirdiği halde çalışma hayatına atılmamış, sabahtan akşama kadar evde oturur bir vaziyette idi.
Ailenin tüm ikaz ve zorlamalarına rağmen akşama kadar evde oturuyor, başına geçirdiği bir bere, giydiği bir palto ile yatağın içine giriyor, yataktan dışarı çıkmıyor, saatlerce çekirdek çıtlatıyordu. Bu arada benimle alay ediyor ve dalga geçiyordu. Ağabeyimin bu durumuna çok üzülüyor, çok büyük bir potansiyel sahibi olduğunu bildiğim ağabeyimin bu şekilde kendisini heder etmesine anlam veremiyor ve öfkeye kapılıyordum. İşte grup terapisine gelen yeni misafirimiz, sanki yabancı biri değil ağabeyimdi. Misafirin beresi ile kurulan irtibat ile ağabeyime hissettiğim tüm duygular bu şahsa karşı hissedilmişti. Hissettiğim duyguların hiç bir objektif tarafı ve kanıtı yoktu; çünkü bu insanı ilk defa burada görüyordum, nasıl bir insan olduğunu bilmiyordum…"

Daha sonra bu yorumları dinleyen yeni üyemiz tanımadığı grup üyeleri hakkında hissettiği duyguları onlara ifade etti. Kendisi hakkında negatif yorum yapan grup üyelerine karşı negatif ağırlıklı bir yorumlama, kendisine pozitif duygularla yaklaşan diğer grup üyelerine ise pozitif yorumlarla dolu duygu ve düşüncelerini dile getirdi.

Burada ne olmuştu? Burada tam bir aktarım söz konusudur. Aktarıma karşı da, karşı aktarım gelişmiştir. Aktarım, ilk nesne ilişkileri döneminde anne veya bakıcılarla yaşanan ikili ilişkilerin, daha sonraki hayatımızda çeşitli insanlar üzerinde aynı bağlamda yaşantılaşmasıyla ilişkili olarak kullanılan teknik bir terimdir. Duygularımızı aktardığımız bireyin bize karşı hissettiği duygular ise karşı aktarım olarak nitelendirilir.
Aktarım ve karşı aktarım yine çok çeşitli bağlam ve perspektiften ele alınabilir. Çoğul faktörlerle de izah edilebilir. Biz burada öncelikle bir psiko-terapötik süreç içerisinde yer alan hekim ile hasta arasında, hekim ile danışan arasında, hekim ile analizan arasındaki aktarım ve karşı aktarımı ele alacağız. Ardından aktarım ve karşı aktarımı, bir bireyin günlük hayatında diğer insanlara karşı içsel çatışmalarını yansıtması anlamında ele almaya çalışacağız. Daha da ötesinde aktarımın kurumlara, eşyaya, soyut kavramlara ve sanatsal faaliyetlere kadar değişebilen türlerinden de bahsetmeye çalışacağız.

Aktarım ve karşı aktarım terimi, psikoterapi literatürüne daha çok Freud ve takipçileri tarafından sokulmuştur. Bu manada klasik psikanalitik tedavinin başarıya ulaşabilmesi için aktarımın ortaya çıkarılabilmesi gerekir. Aktarım klasik psikanalitik ve çoğu dinamik kuramının temel tedavi eksenidir. Aktarım oluşmadan bir tedaviden bahsetmek mümkün değildir. Bir takım şikâyetlerle analize başvuran bir birey, ilk nesne ilişkilerinden oluşturduğu duygularını analiste yönlendirir. Bu duygulardan yola çıkan analits de yorumlar yaparak analizanın iç görü geliştirmesini, duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını tanımasını sağlar. Bu tanıma sayesinde bireyde farklılaşma ve iyileşmeler ortaya çıkar. Bunların oluşabilmesi için bir terapötik çerçevenin meydana getirilmesi gerekir.

Klasik dinamik kurama göre aktarımın rahat bir şekilde dirençsiz ve kısa bir sürede oluşabilmesi için analistin yerine getirmesi gereken birçok sorumluluğu vardır. Analist, muayenehanesinin düzenlenmesinden analizan ile olan her türlü ilişkisinin boyutuna kadar en ince ayrıntıya dikkat etmelidir. Böyle bir uygulamanın nedeni analist ve analistin çalıştığı çalışma ortamının analizana farklı çağrışımlar yaptırmayacak nötralitede olması ve analiz süreci boyunca da hiç değişmemesi gereğidir. Analistin görevi, mümkün olduğu kadar boş bir ekran halini muhafaza etmektir.
Analistin hiçbir fikri, düşüncesi, davranışı, tutumu, inancı, kanaati ve değer yargısı bu süreci engelleyecek şekilde olmamalı, bilakis analizanın tüm düşünce, dürtü ve duygularını rahatlıkla ifade edebileceği bir serbest alan yaratılmalıdır. Onun için çalışılan mekân ve mekâna konan objeler, olabildiğince nötr olmalı, analistin bireysel kimliğini, inanç ve değer yargılarını yansıtmaktan uzak bulunmalıdır.

Freud kendisine müracaat eden hastalarının sıkıntılarını dinlerken kendi yüz ifadesinden onların etkilendiğini, duygu ve düşüncelerini sansüre tabi tuttuklarını ve deforme ettiklerini gözlemlemiştir. Bunun üzerine hastalarıyla yüz yüze görüşmek yerine onları, kendisini göremeyecekleri bir pozisyonda oturtmuş ve serbest çağrışıma davet etmiştir. Önceleri kuşku ile divana uzanan hastalar, bu kuşkularından arındıktan sonra hekimi bir boş ekran olarak algılamakta, yargılanmayacağına emin olduktan ve bir süperego konumuna düşürülmediğini gördükten sonra analiste karşı daha açık ve konuşabilir hale gelmişlerdir.
Analist bu durumda nesnel, bireysel kimliğinden sıyrılmakta ve artık boş bir ekran halini alabilmektedir. İşte bu boş ekran üzerinden kişinin aktarımı gerçekleşecektir. Analiste karşı bir takım duygular, düşünceler ve davranışlar ortaya çıkacaktır. Bunların hepsi, bireyin kendi geçmişinden tanıdığı aktarım malzemelerinin boş ekran olarak duran analiste yansıtılmasından başka bir şey değildir. Aktarım başlamıştır ve analiste karşı bir fantezi veya bir fantezik hikâye hayata konmaya çalışılmıştır. Sanki bu, bir tiyatro oyunu veya sahnelenen bir orta oyunudur. Analist olanı biteni izlemekte, kendi hakkında yapılan olumlu veya olumsuz tüm aktarımları değerlendirmekte, bunların arkasındaki hikâyeyi veya formülasyonu çözmeye çalışmaktadır. Kendisi üzerinden işlenen bu hikâyeyi veya formülasyonu zihninde çözdükten sonra hastanın değişimini yaratacak olan yorumlara girişme sürecine başlayabilir. Yorum, hastanın yaşadığı aktarım sürecinde, gerçeklere çok yaklaştığı bir anda hekimin son bir darbe ile kişinin farkındalığının artırıldığı çalışmalara verilen isimdir. Yorum, iç görüyü ve tedaviyi gerçekleştirir.

Boş bir ekran olarak ortaya çıkan analist veya hekim, hastanın olumlu aktarım nesnesi olabileceği gibi olumsuz aktarım nesnesi de olabilir. Analizan öncelikle anne, ardından ödipal üçgendeki kişilerle ilişkiler ağına göre nesne ilişkilerini hekimine veya analistine yansıtacaktır. Yansıtmanın içeriğine göre bu yansıtma ya pre-ödipal özellikler ya da ödipal özellikler taşıyacaktır. Pre-ödipal ve ödipal yansıtmanın içeriğinde ya olumlu ya da olumsuz bir aktarım süreci devreye girecektir. İlk nesne ilişkilerindeki anne veya baba ile yaşanan olumlu duygusal yapılanma sanki bir regresyon (gerileme) gibi analistin veya hekimin şahsında tekrar canlanacaktır.
Bu durumda analist idealize edilecek, yüceltilecek ve bir aşk objesi halini alacaktır. O her şeyin üzerindedir, o bağlanılan nesnedir, o vazgeçilemeyecek olandır. Bir bebeğin annesi ile kaynaşma özlemi gibi analizan da analisti ile kaynaşmak ve iç içe geçmek ister. Analistinden de aynı şekilde karşılık bekler. Böyle bir karşılığı alamayınca da ağır hayal kırıklıkları ve früstrasyon yaşar. Analist bu dönemi çok iyi idare edip hastayı ilerletmelidir. Eğer bunu başaramazsa ağır früstrasyonlara bağlı intihara kadar gidebilecek bir süreci tetiklemiş olabilir.

Olumsuz aktarımda ise nesne ilişkileri bağlamında ilk nesnelerle kurulan negatif duygulanmaların veya kötü kendilik ve nesne ilişkilerinin bu boş ekranda canlanması söz konusudur. Analist veya hekim çok kötü, kaba, adî, vahşi ve zalimdir. Birey buna inanmaktadır. Fakat bireyin egosunun bir tarafı, terapiyi devam ettirmekte ve süreci tamamlamaya çalışmaktadır. Olumsuz aktarımın yoğunlaştığı durumlarda hekime karşı saldırganca tavırlar kendini çok çeşitli boyutlarda ortaya koyabilir.

Olumlu veya olumsuz aktarımlarda aktarımın şiddet derecesi, basit bir rüya içeriği ile kendini ifade edebileceği gibi analiste karşı ilan-ı aşk etmekten, cinsel birlikteliği arzulamaktan, onu öldürmeye kadar varabilecek geniş bir spektrumda yer alabilir. Özellikle tehlikeli aktarımlar olumlu ve olumsuz anlamda pre-ödipal dönemlerden kaynak alan aktarımlardır. Dinamik yapı içerisinde karşı aktarım, farklı bir bağlamda ele alınmaktadır. Her analist, analizden geçmelidir.
Kendi içindeki problemlerini, çatışmalarını ve nesne ilişkilerinin ne olduğunu kavrayabilme yeteneğini haiz olmalıdır. Kendini analizden geçirmeyen ve kendi iç dünyasının farkına varamayan bir analist, tedavi süreçlerinde çok ciddi hatalar yapabilir. Bunun da nedeni karşıya aktarımdır. Nesne ilişkileri bağlamında kendi bireysel patolojilerini bilmeyen, kendi düşünce, duygu ve davranışlarını mutlak doğrular olarak kabul eden bir analist, analizanı ile girdiği terapötik süreçte analizana karşı bir takım duygu, düşünce ve dürtüler hissedecektir. Bunlar analizanın kendinde çağrıştırdığı aktarım duyuları mıdır, yoksa kendi içindeki patolojik bir yapılandırmanın sonunda karşı tarafa yüklediği bir anlam etkisiyle ortaya çıkan karşı aktarım duyguları mıdır? Analist bunun ayrımını yapabilmeli, kendi aktarım duygularını kontrol edebilmeli ve karşı tarafın kendine hissettirdiği aktarım duygularından yola çıkarak da analizanı analize tabi tutup, yorumlarla onu şifaya kavuşturabilmelidir.

Dinamik teoriye göre bütün rahatsızlıkların kaynağı, pre-ödipal ve ödipal dönemdeki anne ve ebeveynlerle ilişkili nesne ilişkileri sürecinin hatalı yapılandırılmasından kaynaklanmaktadır. Ana kalıp, ana kurgu, ana model hatalı olduğu için daha sonraki tüm ilişkilerde bu hatalı modelin biteviye tekrarını görmek mümkündür. Birey, bitmek tükenmek bilmeyen bir çaba ile sıkıntılarından arınmaya çalışmakta ama modeli değiştirmek gibi bir iç görüsü olmadığından aynı hataya her seferinde tekraren düşmektedir. Bunun tek istisnası terapi sürecinde hekimin şahsında yaşanan 'turn over' olayıdır.
Burada aynı patolojiyi hekimin şahsında tekrar yaşayan birey, hekimden bu sürecin devamını sağlayan patolojik yanıtlar ve davranışlar beklerken hekim bu sürecin yanlışlığını idrak ettirmeye çalışmaktadır. Yani analistten doğru cevaplar, doğru yorumlar ve doğru şablonlar çıkmaktadır. Hayatında ilk defa bir master kalıp değiştirilmekte ve yeni bir nesne ilişkileri kalıbı oluşmaktadır. Bu, bütün modelleri değiştiren, bütün nesne ilişkilerini yeni bir bağlama oturtan yeni bir yapılandırma sürecidir. Hekimin şahsında idealize edilen, yüceltilen veya aşağılanan, cezalandırılan ilişkiler, normal bir seyre ve kıvama büründürüldüğü gün tedavi süreci de tamamlanmış demektir.
Hekimin şahsı ile ilişkili olarak başlayan bu iyileşme halinin, bu tedavi süreci boyunca da dalga dalga tüm nesne ilişkilerine yansıdığını gözlemlemek oldukça ilginçtir.

Analitik bir süreçte aktarımın önü açılırsa ve hekim buna izin verirse aktarımın nerede duracağını tayin etmek oldukça zordur. Aktarım ödipal dönemin ödipal üçgeninin tekrarlanmasıyla ilintili bir yapıda ortaya çıkabildiği gibi içinde ağır psikotik özellikler barındıran pre-ödipal bir aktarım düzeyine de inebilir. Bu durumda analizanın yönetilmesi ve terapinin sürdürülmesi oldukça büyük zorluklar arz edip büyük ustalıklar gerektirir. Hasta dağılmış bir haldedir ve hekim ile birlikte tekrar toparlanması gerekir. Pre-ödipal kaynaklı bu tip aktarımlarda tedavinin oluşabilmesi için de bu derinliğe inilmesi gereklidir. Nevrotik veya ödipal düzeydeki bir sorunun çözümlenmesi için ödipal döneme yapılan regresyon ve ödipal düzeydeki bir aktarım, patolojinin düzeltilebilmesi için yeterli sayılmaktadır.

Dinamik terapi süreci içerisinde aktarım özellikle istenen, indüklenen (tahrik edilen) ve oluşması için zemin hazırlanan, oluşturulduktan sonra da takip edilen en önemli tedavi aracıdır. Aktarımda ego bir nevi devre dışıdır. Duygular ön plandadır ve duyguların üzerinden analiz sürdürülür.

Aktarım sadece klasik analitik terapide değil her türlü insan ilişkisinde, özellikle psiko-terapik süreçlerin tamamında ortaya çıkabilen bir durumdur. İster davranışçı, ister bilişsel, ister varoluşçu, ister iç görü yönelimli olsun dinamik terapilerin hepsinde aktarım ortaya çıkabilmektedir. Aktarımın gelişim ve oluşum şeklini bilen bir terapist hangi tedavi tekniğini uyguluyor olursa olsun hastasını tedavi ve motive etmek istiyorsa, hastanın kendisine yönlendirdiği aktarımın ne olduğunu çok iyi çözümlemelidir.
Negatif aktarımlarla dolu bir hastada en mükemmel davranışçı, bilişsel veya diğer tedavi tekniklerini uygulayan terapist başarılı olamaz. Çünkü daha çok ego güçlerine dayanan, rasyonel hareketi temel almış olan bu tedavi teknik ve stratejileri negatif aktarım sebebiyle hastanın gözünde inandırıcılığını yitirmekte, direnç mekanizmalarını oluşturmakta, hastanın tedaviye işbirliğinin önünde çok ciddi bir engel olarak durmaktadır. Davranışçı bilişsel veya diğer dinamik terapileri uygulayan terapistler, hastanın pozitif ve negatif aktarımlarına karşı uyanık olmalı, onları kısmen analiz etseler de tedaviyi kendi tedavi teknikleri üzerinden götürmelidirler.
Pozitif aktarımın geliştiği durumlarda terapinin daha etkin kılınabilmesi için, hastalar pozitif aktarımdan yararlanılarak motive edilebilir ve hedeflere kilitlenebilirler. Bu tip tedavi stratejileriyle tedavide başarılı olunamayan hasta grubu, analiste sevk edilebilir.

İç görü yönelimli dinamik bir psikoterapi yöntemini yürütürken ya da bütüncül tedavi uygulamasını sürdürürken bazı hastalarımızda çok yoğun aktarım nevrozuyla karşı karşıya kalmaktayız. Bu hastalarımızın aktarım durumlarını ele almadan tedavi süreçlerinde ilerleme kaydetmek oldukça zor olmaktadır. Gürültülü bir şekilde ortaya çıkan bir aktarım tablosu karşısında terapist şaşkınlığa düşmemeli ve soğukkanlılığını muhafaza etmelidir. Hastanın kendisine yönlendirmiş olduğu pozitif aktarıma karşı uyanık olmalı ve kendi konumunu kaybetmemelidir. Bu tip bir aktarımda hasta hekimini çok yüceltebilir. Onunla kaynaşma içine girebilir. Hekim, kendisini mutlu eden böyle bir aktarım karşısında sarhoşluğa kapılmamalı, kendi objektif konumunu muhafaza etmelidir. Özellikle borderline hastaların aktarım türlerinde pozitif ve negatif aktarımlar peş peşe gelebilmektedir. Bir seans sizi ilahlaştıran ve yücelten ve size dünyanın en büyük terapisti ve insanı unvanını layık gören hastamız bir başka seansta sizi rahatlıkla cehennemin dibine gönderebilmektedir. Bunlar, hastanın içindeki gelgitlerin tezahüründen başka bir şey değildir. Ne zaman ki hekim normal bir hekim konumuna gelir, tedavi o zaman bitmiştir.

İnsan ilişkileri bağlamında çevreyle ilişkilerimizde, diğer insanları objektif bir birey olarak algılayamayız. Çoğu zaman karşımızdaki insanın bize çağrıştırdıkları, bize hissettirdikleri, bir takım ilişkilerin o şahıs üzerinde canlanmasını sağlar. Yakinen tanımadığımız, iç dünyasını bilemediğimiz, iletişim içine girmediğimiz bu insanlar hakkında kısa sürede yargılara varır ve onlarla bir model üzerinde iletişime gireriz. Ruhsal dünyamızda karşımızdaki insana olumlu bir takım şeyler atfetmişsek, bilgi işleme sürecimiz bu bağlamda sürdürülerek o insanı, o konumda muhafaza etmeye çalışırız.
O insanın gerçekliğini görmek yerine kendi zihnimizde o insana atfettiğimizi, o insana mantıklı bir şekilde giydirmeye çalışırız. Sevgi ve nefret objesi olarak bu durum, yelpazenin her iki kanadında da meydana gelebilir. Aynı insana karşı farklı insanların farklı görüş, hissediş ve tutumlarının kaynağında çoğu zaman ilişkilendirme yoluyla bağlantılandırılan geçmiş nesne ilişkilerinin bir tekrarı yatar. Objektivite, çoğu zaman beklenenden azdır. Bu nedenle herkes görmek istediği nesneyi görür ve ona göre davranır. Aynı bireye karşı iki farklı insan, farklı duygulanım ve düşünceye sahip olabilir: Aynı manzarayı seyrettiği halde farklı öğelere odaklanmak gibi.

Diğer insanlara karşı bu şekilde aktarımda bulunma ve onların bize hissettirdiği karşı aktarım şeklindeki bu ilişkiler, bebeklikten ve çocukluktan tevarüs ettiğimiz miraslardır. Bu miraslar üzerinde bireysel kimliğimizi inşa edemediğiz sürece farklı bir hayat olmayacaktır. Aynı model hep tekraren yaşanacaktır. Diğer insanlara, bu şekilde ihtiyacımız olan aktarımları yapmayı sürdürürken; bu durum bir takım kurumlara, kavramlara ve soyut bir takım yapılara yönlendirilebilir. Devlet, negatif aktarımın yapıldığı bir baba olabildiği gibi pozitif aktarımının yapıldığı bir ana da olabilir. Tanrı, korkulan bir baba aktarımının yerine ikame edilebileceği gibi kaynaşmak ve içinde yok olmak istenilen bir ana aktarımı olabilir. Dinler, ideolojiler, kavramlar, kelimeler bu aktarımın farklı boyutlarda nesneleri olabilir.


6- Direnç ve Çözümlenmesi

Birey size muayeneye gelirken samimi, içten ve tedavi amacıyla gelmektedir. Bunun için hem zamanını harcamakta hem de parasını vermektedir. O kadar yoğun işlerinin arasında, o kadar maddi sıkıntılar içinde bizi çok ciddiye alarak tedaviye gelmektedir. Bu tavır egonun rasyonel, mantıklı, makul, çözüm arayan ve doğru yere yönelen bir tavrıdır. Bu tavır hekimin isteğiyle örtüşmekte, onunla işbirliğine girmektedir. Egonun bu tarafı hekimini ölçüp tarttıktan sonra onunla bu işi başarabileceğine inancı pekiştiğinde ve o samimiyeti, o yakınlığı, o bilgi ve beceriyi hekiminde gördüğünde tedavi işbirliği en üst noktaya ulaşmış demektir. Her şey güzel giderken ve tedavi programı çok başarılı bir uygulama sürecindeyken, hastanın elinde olmadan, tam tedavi olmanın eşiğinde bir reaksiyonla karşılaşılır. İçteki dinamik bazı güçler hastanın iradesinin kontrolü dışında, hastanın tedavi olmasını engellemeye çalışmaktadırlar. Bunlara toptan verilen isim dirençtir.

Dirençler bilinçdışıdır, otomatiktir, kişinin kontrolünde değildir ve çok çeşitli olup her kılığa ve renge bürünebilir. Burada hekimin çok uyanık olması, hastayı çok yakinen takip etmesi, hastanın kişilik örüntüsünü tanıması ve hastanın tedavi sürecini çok iyi gözlemlemesi gerekir. Tedavi sürecindeki beklenmedik pozitif veya negatif değişimler bir direncin öncü birlikleri olabilir. Tedavinin henüz başındayken hastada ortaya çıkabilen çok ani, iyi ve sevindirici gelişmeler bir anda tedavinin bittiği gibi bir zafer işaretini gösterebilir. Bu, direnç mekanizmasının oluşturduğu aldatıcı bir tablo olabilir. Hekim, zamanı ve zemini oluşmadan ortaya çıkan bu geçici iyileşme tablolarına kanmamalı ve ayağını sağlam basmalıdır. Hastasına böyle bir sürecin ardından sıkıntılı bir sürecin gelebileceğini ifade etmeli, bu şekilde bir sonraki adımı görerek hastanın egosuyla olan işbirliğini daha da kuvvetlendirmelidir. Hasta negatif bir tablo içine girdiğinde, bu tablo kroniklik arz edebilir bir duruma geldiğinde hasta, hekimin gözlerindeki ifadeye çok dikkat eder. O gözlerde bir yılgınlık, bir umutsuzluk sezerse direnç başarıya ulaşır, hasta tedaviyi terk eder. Hekim direnç mekanizmalarının oluşturduğu bu geçici kronik tabloya aldanmaz da hastasına güven dolu bakışlarla 'korkma seni kıyıya ulaştıracağım' diyerek gücünü ve güvenini verirse direnç aşılmış olur. Burada da belirttiğimiz gibi çok pozitif veya çok negatif görünen, geçici, yanıltıcı tablolar, direncin kullandığı malzemeler olabilir.

Direnç, muhtelif anlamlarda yorumlanabilir. Her tedavi yaklaşımında direnç gündeme gelmekte fakat içeriğini farklı şeyler doldurmaktadır. Davranışçı bilişsel terapide direnç kavramı farklı bağlamda ele alınırken, dinamik terapide direnç bir başka bağlamda ele alınmaktadır. Bireyin tedavisini engelleyen her şey dirençtir. Dirençlerin bir kısmı bilinçliyken bir kısmı bilinç dışıdır. Davranışçı bilişsel terapide, tedavi stratejilerinde hastaların verilen ev ödevlerini yapmamaları ve uygulama eksiklikleri direnç olarak nitelendirilmektedir. Direnci çözmek için de hastanın hekimle olan işbirliğinin artırılması (terapötik alyans), hastanın ikna edilmesi, motive edilmesi, cesaretlendirilmesi, gerekirse zaman zaman uygulamalara hekimin bizzat iştirak etmesi önerilmektedir. Bunlar ego düzeyinde bireyin bir takım korkularından, isteksizliğinden, inançsızlığından kaynaklanan dirençler olarak görülmektedir. Terapiye olan bu karşı tepkiyi, bu mantıksal yapı içinde ele aldığımızda bunu aşmak için getirdiğiniz stratejiler de buna uygun olacaktır. Hastanın kendisine önerilen uygulamaları ertelemesi, yapmaması, kaçınması hatta tam tersi uygulamalara yönelmesi birtakım basit mantıksal açıklamalarla izah edilmektedir. Bunların ortadan kaldırılabilmesi için de daha çok bunun yerine ödül-ceza tekniği, düşüncenin kâr ve zararı gibi davranışçı ve bilişsel tedavi teknikleri uygulanmaya çalışılmaktadır. Bu tedavi stratejileriyle tedavi sürecinin engellenmesi veya tıkanmasının önüne geçilmeye çalışılmaktadır.

Dinamik terapi süreçlerinde ise direnç çok farklı bağlamlarda ve içeriklerde ele alınmaktadır. Dinamik tedavi süreçlerinde direnç daha çok bilinç dışıdır, otomatiktir. Kişi direncinin farkında değildir. Dinamik tedavi süreçlerinin belirli aşamasında bireyler tedaviye karşı direnç geliştirirler. Bu aşamada hekimin görevi bu dirençler üzerine odaklanarak tedaviden önce direncin çözümlenmesini sağlamaktır. 

Dinamik açıdan dirençleri çeşitli noktalardan ele alabiliriz. Serbest çağrışım yöntemiyle bir tedavi programı uyguluyor isek dirençler, genellikle serbest çağrışımın kendisiyle ilintili olarak ortaya çıkmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi serbest çağrışım esnasında birey amaçlı düşüncelerden, içsel ve dışsal faktörlerden uzaklaşarak bilinç dışında deşarj olmaya çalışan dürtülerin ifadesine imkân vermeye çalışır. Bu dürtülerin serbest bir şekilde ifadesini engelleyen her yöntem aslında birer dirençtir. 

Bu durumda çeşitli şekillerde direnç mekanizmalarıyla karşı karşıya kalmaktayız. Hastadan serbest çağrışım yapması istendiğinde zihni tamamen donmakta, durmakta, hiç bir çağrışıma izin vermemektedir. Bu, düşünceyi durdurarak oluşturulan bir direnç mekanizmasıdır.

Bazı hastalarımıza serbest çağrışımın ne olduğu anlatılır, zihninden gelen her şeyi hiç bir ayrıma tabi tutmadan ifade etmesi söylenir. Bunun serbest çağrışımın temel kuralı olduğu, zihnine gelen tüm materyali hekimiyle paylaşması gerektiği ifade edilir. Hasta bütün arzu ve isteğiyle hekimin isteklerini büyük bir coşkuyla yerine getirir. O kadar yoğun düşünce çağrışımlarına ulaşır, o kadar çok fikir zihnine gelir ki bunların hepsini hekime ulaştıran hasta, hekimi düşünceleriyle boğar. Hekim, bu kadar materyalin içinden çıkamaz hale gelir. Bu da direncin diğer bir tipidir. Bu insana, "çok malzeme getiriyorsun, içinde boğuluyorum" dendiğinde, "Doktor Bey! konuşsam suç, konuşmasam suç!" diye karşılık verir ve direncinin farkına varamaz.

Çeşitli tedavi süreçlerine baktığımızda birçok direnç şekliyle karşılaşmamız mümkün olabilmektedir. Dinamik bir tedavi süreci içinde, hastadan rüyalarını kaydetmesi ve getirmesi istenir. Ancak hasta, olağan gördüğü günlük rüyalarını artık göremediğinden bahseder ve hiç bir rüyasını hatırlayamamaktadır. Bu, bilinç dışı direncin yoğun olarak işlediğini gösteren indikatör gibidir.


 Hastadan günlük tutması istendiğinde günde on dakika ayırıp günlük tutmayı başaramaz. Hastanın tedavi seanslarını unutması, gününü hatırlayamaması, tedavi seanslarına geç gelmesi, tedavi seanslarında esnemesi, uykusunun gelmesi, bunaltı ve sıkıntı hissetmesi, içinin daralması, tedavi seanslarının monotonlaşması, zevkle sürdürülen programın artık tat vermez hal alması hastanın yoğun dirençlerinin başladığını bize bildiren işaretlerdir.

Bu konuların anlaşılması için birkaç vakamızdan direnç örneğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Tedaviye dirençli kronik depresyon şikâyetiyle bize müracaat eden genç bir erkek hastamız, dinamik yönelimli bir tedavi programına alındı. Hastamız bize geldiğinde yüksek dozda antidepresif ve antipsikotik ilaçlar kullanıyordu. 


Yaptığımız muayenede hastamızın dinamik temelli bir depresyon durumunda olduğunu tespit ettik. İlaçtan arındırıp ilaçsız normal halini gözlemleyebilmek için ilaçlarını keserek işe başlamak istedik. İlk aldığımız tepki, "bu ilaçlarla dahi zor ayakta duruyorum, nasıl olur da ilaçlarımı kesme cesaretini gösterirsiniz! Her an intihar düşünceleri içindeyim" diyerek ilk önerimizi reddetmişti. 
Direnç burada başladı, ardından tedavi saatlerinin belirlenmesi ile ilgili konuşmaya geçilince öğleden önce kendisine önerdiğimiz tedavi seansları saatine itiraz etti; "ben o saatlerde gelemem, benim tedavi seanslarımı akşam saatlerine ayarlayın" dedi. Terapötik işbirliği gelişene kadar hastamızın bu dirençleri üzerine çalışma ertelenerek tedavi programı başladı. Obsesif kompulsif kişilik yapısında olan hastamız, bir taraftan da kurallara sıkı sıkıya bağlıydı. Tedavi seanslarına tam vaktinde geliyordu, onun geliş saatini zile basmayla anlıyorduk. Zile basma saatlerinde saatimizi ayarlayabilirdik.

Tedavi seansına başladığımızda, uzunca bir süre seanslarda hastamız ya hiç konuşmadı ya da çok az konuştu. Bu durumu da biz bir direnç olarak yorumladık. Tedavinin ilerleyen aşamalarında 'rahatsızlığının genetik kaynaklı olduğunu, psikoterapinin hiçbir işe yaramayacağını ve tıbbın kendisinin tedavi edilmesi konusunda iflas ettiğini' ifade ediyordu. 


Uzun seanslar boyunca bize getirdiği materyalde, kendisinin bir kader kurbanı olduğu, dünyada çıkan tüm ilaçların en yüksek dozlarının kombinasyonlar halinde uygulanmasına rağmen, lektör şok tedavileri verilmesine rağmen hiç bir yararı olmadığını; ancak yeni bir tedavi yönteminin keşfi ya da yeni bir ilacın bulunmasıyla tedavi olabileceğini iddia etmekteydi. 

Böyle bir tartışmaya girince depresif duygu durumu ortadan kalkıyor, büyük bir arzu ve istekle haklılığını ispata çalışıyordu. Tedavi edilmeyen depresyonuyla bütün doktorlara meydan okuyordu. Dinamik yapı incelendiğinde ödipal bir çatışması bulunduğu, babasının antidepresif ilaç kullanırken intihar ettiği, abisinin çok başarılı bir hekim olduğu ve annesiyle birlikte yalnız yaşadığı gözlendiğinde dinamik birçok psiko-patolojinin yapı üzerinde örtüştüğü görülüyordu. 

Hem narsistik hem de obsesif kompulsif kişilik görüntüsünde bulunan hastamız, hem tedavi süreçlerine devam ediyor hem de bu tedavinin hiç bir şeye yaramayacağı iddiasıyla ve ispat gayretiyle seanslara geliyordu.

Ardından grup terapilerine aldığımız bu hastamız bu direnci, bu iddiaları üzerinden bir varoluşsal yapıya çekildi. Grup terapilerinde de aynı iddialarını ortaya koyan, grup içinde bu manada farklılaşmaya çalışan, zeki esprileriyle gündemi belirleyen ve bundan keyif alan bir süreç işlemeye başladı.


Tedavinin ikinci yılında yaşanan bir aşk heyecanıyla hastamızın tüm depresif bulguları ortadan kalktı. Hiçbir ilaç kullanmadan hayatın coşkusuna katıldı. Dört beş ay kadar süren bu dönemden sonra aşkına yeterli yanıt alamayan hastamız tekrardan depresif bir duygu durumuna girdi. Bireysel terapi seanslarını kesti, ancak grup terapilerine devam edeceğini beyan etti. Grup terapilerine katılımındaki birinci amacı, grup üyelerine tedavinin işe yaramadığını anlatmaktı. 
Her haliyle pür direnç mekanizması olarak çalışıyor, tüm grup üyelerinin onu iyileştirme yönündeki gayretlerini boşa çıkarıyordu. Bu sayede her zaman gündemin birinci sırasına oturuyor ve narsist kişiliği tatmin oluyordu. Bir süre sonra negatif aktarımla bize olan transferansını, öfke ve kızgınlığını bize boşaltır hale geldi. 

Her grup terapisinde hekimine acımasızca saldırıyor, hakaret ediyor ve onunla dalga geçiyordu. Bir yıl kadar süren bu süreçten sonra hastamızın direnç mekanizmaları hafifledi, psiko-terapötik bir işbirliğine yanaştı, kendi iç görüsünü geliştirerek sürecini değerlendirmeye muvaffak oldu. Üniversite tahsiline devam etmeyi, sosyal uyumunda artışı ve ilaç kullanımında minimuma ulaşmayı başardı.

Pasif agresif kişilik örüntüsündeki hastalarımız dirençlerini konuşmayarak ortaya koyarken anti sosyal kişilik örüntüsündeki hastalarımız, muayene şartlarını sabote edip doktorun eşyasına ve çevresine zarar vererek dirençlerini ortaya koymaktadır. Düzenli olarak muayeneme gelip tedavi olan hastalarımdan, sekreterimin telefonunu çalan, elektronik cihazlarımı bozan, tuvaleti ve muayene ortamını özellikle kirleten birçok hastamın direnç şekillerinden bahsetmek mümkündür. Bazı hastalar yoğun işbirliği gösterdikleri halde bu işbirliğinin arasında büyük bir direnç gizli olabilir. Doktorun her söylediğini harfiyen uygulayan, görevlerini eksiksizce yerine getiren ve "dediğiniz her şeyi yaptım ama hiç bir şey değişmiyor" diyen hasta doktora olan üstünlüğünü ifade etmeye çalışıyor olabilir. 


Bu da farlı bir direnç şeklidir. Bazı hastalar ellerinde bir tomar reçete ile gelirken sizi de tespihinde bir halka haline getirmek isterler. Siz de listesinde bir isim olacaksınızdır. Karşı cinsten bir takım hastalar, tedavi süreçlerinde cinsel bir takım ayartıcı yaklaşımlarla tedavi sürecini bloke etmeyi amaçlayabilirler.

Bu şekilde bir duygusal çağrışım içine girmeleri, hekimi böyle bir ilişki içine zorlamaları, tedavi sürecine karşı bir direnç olarak kabul edilebilir. Bu çerçevede aktarım özelliklerini bir tarafa bırakarak, dekolte kıyafetlerle oturuş pozisyonu ve tavırlarla hekimin ilgisini çekmeye çalışan, onun düşüncesini dağıtmaya çabalayan davranış şekilleri de direnç olarak adlandırılabilir.

7- Sekonder Kazanç

Grip olduğum zamanlar çok hoşuma giderdi. Çünkü bu zamanlarda rahat bir şekilde evde yatıyor, çalışma zorunluluğundan uzak kalıyordum. 


Nadiren elde ettiğim dinlenme dönemlerim oluyordu. Bunun da ötesinde eşim kahvaltımı yatağıma getiriyor, çok daha nazik oluyor, kızlarım halimi hatırımı soruyor, nane limon kaynatılıp gün boyu ikram ediliyordu. Bunlar bana hoşnutluk duygusu yaşatıyordu. Kendimi iyi hissettiğim halde işe başlamayı biriki gün ertelediğim bile oluyordu. Bunlar gribin bana kazandırdığı sekonder kazançlardı.

Çocukluğumda bir gün baş ağrısıyla eve geldim. Anneme başım ağrıyor dediğimde, annemin çok paniklediğini fark ettim. 

Gündüz vakti hemen babama haber gönderildi, alelacele işinden evimize gelen babam beni apar topar doktora götürdü. Doktorun muayenesinden geçtikten sonra doktor; "endişelenecek hiçbir şey yok, sadece biraz güneş çarpmış, sokakta fazla oynamış" dedi.

Doktordan eve doğru dönerken babam eğildi ve "oğlum, istediğin bir şey var mı?" diye sordu. Bu müşfik ifade karşısında ben ne isteyeceğimi düşündüm. Tulumba tatlısını çok severdim, "baba, tulumba tatlısı istiyorum" dedim. Babam en yakın tatlıcıya uğradı ve bana yiyemeyeceğim kadar bol tatlı aldı. O günden sonra ne zaman tulumba tatlısı canım çekse hep başım ağrırdı. Bu iş yıllar boyu böylece sürdü gitti. Hiçbir zaman da tulumba tatlısı alınmamazlık edilmedi.

Ne zaman ki aklım ermeye başladı, hikâyenin annem ve babam tarafında olan kısmını dinleyince hakikati gördüm. Henüz 4–5 yaşında bir çocuk idim ve bir abim vardı. Abim günün birinde baş ağrısı şikâyetiyle eve geldiğinde ailem bunu önemsememiş ve ciddiye almamıştı. Ağrıların inatçı olması ve geçmemesi üzerine, aylar sonra doktora gidilmiş ve muayene yapılmıştı. 


Yapılan muayene ve tetkikler sonunda ağabeyimin beyin kanseri olduğu teşhisi konulmuş ve acilen Hacettepe tıp fakültesinde ameliyata alınmıştı. Ancak o zamanın teknik imkânları ağabeyimi kurtarmaya yetmemiş, abim ameliyat masasında kalarak vefat etmişti. Ağabeyimin cenazesi, cenaze merasimleri sisli hatıraların arkasında hatırladığım kötü hatıralardı. Bu olaydan birkaç yıl sonra benim baş ağrısıyla eve gelmem ve ailenin vermiş olduğu tepkinin ne anlama geldiğini o zaman fark ettim. Onların samimi duygularını bir sekonder kazanç olan tulumba tatlısıyla yıllarca istismar ettim.

Orta Anadolu yöresinde hastalıklar, hastaneye yatmalar, özellikle planlı ve programlı yapılan cerrahi operasyonlar çok büyük önemi haizdir. Yaptığım gözlemlerde özellikle annemin, ablamın ve kız kardeşimin safra kesesi operasyonlarında ilginç sekonder kazançlar tespit ettim. 


Ailecek safra kesesi taşına sahiptik, birkaç yıl aralıklarla tüm aile bireyleri operasyondan geçti. Tüm orta Anadolu'da olduğu gibi operasyona yaklaşım tarzı hayli ilginç ve farklıydı; operasyonu kimin yapacağı, hangi teknikle yapacağı, anestezinin nasıl olacağı pek önemli değildi. 
Operasyonun özel hastanede, özel bir odada yapılması gerekiyordu. Özel odanın yatağının çarşaf ve yorganlarının evden getirilen özel materyalle donatılması arzu ediliyordu. Bunun için ön hazırlıklar yapılıyor, çarşaflar hazırlanıyor, çeyiz sandıklarından ev havluları çıkarılıyordu. 

Giyilmemiş gecelikler ve pijamalar servise hazırlanıyordu. Ameliyat sonrası ziyarete gelecek olan eş-dostların getireceği kolonyalar, pastalar ve eşyaların yerleştirileceği dolaplar hazır ediliyor, kimlerin ne getireceği ve nasıl getireceği tartışılıyordu. Küs olan akrabalar gelecek miydi, hastaya yakın olduğunu iddia edenler gerekli bakım ve ihtimamı gösterecekler miydi? Bunların hepsi turnusol kâğıdı gibi insanların renklerini ve kalitelerini belirleyecek ince ve nazik süreçlerdi.

Her şeyden önemlisi de ameliyat olacak şahıs tüm bunları belirleyecek olan tek mutlak otoriteydi. Hayatında o güne kadar sözü dinlenmemiş, adam yerine konmamış, çoğu zaman aşağılanmış olan hanımlar, buldukları bu güç ve iktidar alanını doyasıya kullanacaklardı. 


Süreç buna uygun işledi. Akrabalarımın operasyonlarında, operasyonun hayati tesirinden ziyade bu ilişkilerin önemi ön plandaydı. Ameliyatın birkaç saatlik narkoz etkisinden sonra yoğun bir sekonder kazanç kullanımı her yerde kendini gösteriyordu. Ameliyattan çıkmış olan hasta sık sık emir ve talimatlar yağdırmakta, başının altındaki yastığın şeklini üç dakikada bir değiştirmeyi arzu etmekteydi. 

Nekahet dönemi oldukça uzun sürdürülmekte, evdeki bir ajan olarak gözlemlediğim annem ve ablalarım ortalıkta haldır haldır dolanırken kapı zilleri çalınca kendilerini hasta yatağına atmakta ve hasta yoklamaya gelecek olan misafirlere karşı duygu sömürülerine devam etmekteydiler.

Yukarda bahsetmiş olduğum gibi toplumsal anlamda aşağılanmış ve dışlanmış kişiler, kendilerini saygın hissettikleri durumlarda bu konumlarını muhafaza etmeye çalışmaktadırlar. Hastalıklar bunun için biçilmiş kaftan gibidir. Organik hastalıklarda hastalıktan böyle sekonder kazanç elde edilirken benzer durum ruhsal rahatsızlıklar için de söz konusudur. 


Herhangi bir şekilde ruhsal bir rahatsızlıkla etiketlenmiş olan bir birey, bir taraftan bu ruhsal rahatsızlığın acısını yaşarken diğer taraftan bir takım sorumluluklardan uzak kalmakta, rahatsızlığını bahane ederek bu sorumlulukların altına giremeyeceğini ifade etmektedir. Bu sorumluluklar bazen kişiye o kadar ağır gelmektedir ki bunu yapmaktansa ruhsal rahatsızlığının devamını yeğ tutmaktadırlar.

Askerlikten çok korkan bir depresyon, bir obsesif kompulsif veya anorektik (nörolojik ve psişik nedenli yemek yememe hastası) bir hasta askere gitmemek için hastalığını devam ettirmekte, iyileşmeye karşı direnç gösterebilmektedir. 


Üniversite sınavlarına hazırlanarak başarılı olma mecburiyeti olan bir genç, ailenin ve toplumun kendisinden beklediği bu performansı gerçekleştiremeyeceği korkusundan, elindeki ruhsal bir rahatsızlığa daha sıkı sarılabilmektedir. 
Panik bozukluk nedeniyle bize gelen bir kısım hastalarımız da bu rahatsızlığın kendilerine vermiş olduğu sekonder kazançları kullanarak tedaviye direnç geliştirebilmektedirler. Rahatsızlığı nedeniyle bize müracaat eden hastalarımızın bir kısmı üniversite sınavına girme, çalışarak para kazanma, evde bir takım yükümlülükler üstlenme, askere gitme gibi sorumluluklardan uzak kalabilmektedirler. 

Ayrıca rahatsız olduğu dönemler itibariyle mağdur ve mazlum duruma düştüklerinden dolayı herkes onlara el uzatmakta, yardım etmekte; ilgi ve alaka odağı olmaları, ayrıca da diğerlerinin kendilerinden hiçbir şey beklememeleri onların sorumsuz bir hayata devam etmelerine neden olmaktadır. Tüm bunlar sekonder kazançlar vasıtasıyla ortaya çıkan yapılardır. Bütün bunlar, hastalıkların tedavisinde karşılaşılan dirençlerin içinde yer alan sekonder kazançlara örnek olarak verilebilir.

Obsesif kompulsif şikâyetler nedeniyle bize başvuran birçok erkek genç hastamızda yoğun mücadelelerle onların rahatsızlıklarını tedavi etmeye çalışıyorduk. Ancak bir takım hastalarımızda yoğun dirençle karşılaştık. Hastamıza yaklaştığım tüm tedavi süreçleri başarısızlığa uğruyor, sanki bir duvara tosluyordu. 


Daha detaylı yapılan incelemelerde, hastalarımızın rahatsızlıkları nedeniyle askerlikten erteleme aldıkları, güneydoğudaki savaş hali nedeniyle ölüm korkuları geliştirdikleri ve askere gitmekten kaçındıkları tespit edilmiştir. Ruhsal rahatsızlıkları, askere gitmelerini engelleyen bir kalkan görevi görmekteydi. 
Bu rahatsızlığı olan hastalar askerliği açısından hemen çürüğe çıkarılmamakta, takibe alınmakta, genellikle üç kere üst üste rapor alan hastalarımız ancak çürüğe ayrılabilmekteydi. İlginçtir ki hastalarımız üçüncü yıllarını tamamlayıp çürüye ayrıldıktan sonra, çok kısa sürede toparlanmakta, obsesif kompulsif rahatsızlıklarıyla ilgili tedaviye cevap vermektedirler. Bu da göstermektedir ki bir taraftan rahatsızlık sürdürülürken rahatsızlığı iyileştirmeye yönelik tüm tedavilere, sekonder kazançların kaybedilmesi düşüncesiyle bilinçdışı süreçlerle karşı gelinmekteydi. 

Bu sekonder kazanç, hastalığın tedavisini engelleyen çok ciddi bir direnç olarak karşımıza çıkıyordu. Rahatsızlıkların tedavisinde bu tip sekonder kazançlar her zaman bilinçdışıdır ve kişi bunun idraki içinde değildir. Kişi belirli bir kazancı elde etmek için bu yola başvuruyorsa buna sekonder kazanç denmez, buna yapay bozukluk veya temaruz adı verilir.


8- Dil Sürçmeleri

Bilinçdışı, fırsat bulduğu her ortamda dürtülerini deşarj ettirmeye çalışır. Bilincin kaybolduğu, alkol ve uyuşturucunun etkisi altında kalındığı dönemlerde bilinçdışındaki materyal daha çıplak bir şekilde kendini ortaya koyar. 


Rüyalarda bu materyal, kişinin iç örgütlenmesine göre yukarıda bahsetmiş olduğumuz mekanizmalar perspektifinde deşarj yolunu dener. Zaman zaman da normal bir konuşmanın içerisinde, kişinin farkına varamayacağı şekilde kelimelerin yerlerine o kelimelere yüklediği anlamı deşarj ettirerek kendine bir çıkış yolu bulur. 
Kişi, çoğunlukla bunun farkında değildir. Karşı taraf vasıtasıyla uyarılırsa fark edebilir. Ufacık kelime, arkasındaki büyük yükü deşarj ettirme özelliğini haizdir. Bu tip dil sürçmelerini genellikle bir sevgilinin iç dünyamızda oluşturduğu yoğun duyguları yaşarken, eşimizle konuştuğumuz anda veya bir başka bayana hitap ederken; fonetik olarak bir benzerlik varsa kolaylıkla, böyle bir benzerlik yoksa nadiren hitap tarzı olarak sevgilimizin ismini kullanarak yaşarız. Mesela; 'sevim' yerine 'sevgi' denilebilir.

Hastalarımızdan birisi günlük olayları bize aktarırken amcasıyla ilgili bir hatırayı nakletmekteydi. Amcası Anadolu'dan gelmişti ve onu İstanbul'da misafir etmekte, ağırlamaktaydı. Geçmişten kalan hatıralarında, amcasıyla ilgili pek hoş anıları yoktu. Ona karşı bilinç dışı bir tepki ve öfke hissediyordu. İstanbul'a geldiğinde hastasıyla yakinen ilgilenmiş, hastane koridorlarında onun için koşturmuş, ama karşılığında içten bir teşekkür bile alamamıştır. Kendi işleri aksamış, amcası artık evinde bir yük haline gelmişti. 

O gün ne yaptığı sorulduğunda yine amcasıyla ilgilendiğini ve hastaneye gittiğini, hastaneden amcasının 'otopsi' raporunu aldığını beyan etmişti. Ne raporu aldığı tekrar sorulduğunda 'biyopsi' raporunu aldığını ifade etmişti. 'Biyopsi' ile 'otopsi' kelimesi, fonetik olarak birbirine yakın kelimelerdi. Entelektüel düzeyi yüksek olan hastamızın biyopsi ile otopsi kelimesini karıştırması mümkün değildi. Zaten ikinci soruşumuzda doğal bir şekilde biyopsi cevabını vermişti. Hatırladığı bir önceki kelime biyopsiydi hâlbuki bize amcasının otopsi raporunu aldığını beyan etmişti; yani burada amcasını otopsi raporuyla öldürmüş olmaktaydı.

Bir başka hastamızla iç görü yönelimli bir psikoterapi seansında yadsıma reaksiyonu üzerinde tartışıyorduk. Yakın dönemde babasını kaybetmiş olan bu hastamız bir takım gerçekleri yadsıyor ve algılayamıyordu. 


Konuyu bütün çıplaklığı ile tartışıp, kaçmasına imkân vermeyecek boyutlarda olayı aydınlığa kavuşturduktan sonra da anlayıp anlamadığını sorduğumuzda yüz ifadesi ve mimikle anladığını gösterirken ağzından çıkan kelime 'anlamadım' kelimesiydi. Hemen ardından "ama ben 'anladım' demek istemiştim" dedi. Bu kelimenin ağzından nasıl 'anlamadım' şeklinde çıktığına hayret etmişti.

Borderline hastalarla yaptığım terapiler esnasında zaman zaman hastalarım bana sevgi ve övgü dileklerini ve isteklerini dile getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak birçok hastamda bu sevgi ve övgü kelimeleri zaman zaman karışmakta, dil sürçmesiyle öfke ve yergi içeren kelimeler dökülmekteydi. 


Ben bunları fark etmekte, ama hastalarım bunları görmemekteydi. Bu kelimeleri öyle ifade ettiğini söylediğimde, bunun mümkün olmadığını, benim yanlış anladığımı iddia etmekteydiler. Terapilerimi video kayıt sistemiyle yaptığımdan, görüşmeyi geriye alıp bant kaydımdan izlettiğimde, şaşkınlıkla o kelimeyi nasıl ifade ettiklerini görmekteydiler.

Dil sürçmelerinde, bilinç dışı dürtülerin kelime şeklinde deşarj yolları arayarak, yazma esnasında sürçmeyle farklı yazım şekilleri ve kelimeleri yazılabilmekte, otomatik davranışlar halinde bir takım davranışlar yanlışlıkla yapılabilmektedir. Misafirlerine çay ikramı yapmak isteyen bir gelin, çayı kayınvalidesine götürmesi gerekirken bir başkasına götürmekte veya kayınvalidesine götürürken çayı onun üzerine dökebilmektedir. 


Bu da göstermektedir ki sadece dille değil beş duyumuzla, fırsat bulunan her alanda sürçmeler ve hedef şaşırtmalar mümkün olabilmektedir. Sürçmeler ve çarpıtmalar, algısal motor ve zihinsel hayatımızın her alanında mümkündür ve olmaktadır. Yanlış yapılan her hareketin, her düşüncenin ve her eylemin arkasında bir çarpıtma bulunabilir.

9- Rüya ve Simgelerin Yorumu

Bilinçdışı istek ve arzular, rüya ve hayaller yoluyla deşarj yolu bulabilir. Rüyalar şifrelerle donatılmış mesajlar içerir. Her şeyden önce rüya fizyolojik bir fenomen ve ihtiyaçtır. Normal bir sekiz saatlik uyku periyodunda her birey ortalama her biri 15–20 dakika süren üç ya da dört rüya görebilir. 


Sekiz saatlik bir uykunun her iki saatlik döneminde rüyalı bir döneme girilir. Uyuyan bir bireyin rüya görüp görmediği, onu gözleyen biri tarafından farkedilir. Rapid Eye Movement (Rem), göz kürelerinin hızlı hareketlerine verilen isimdir. Uyku esnasında, gözler kapalıyken göz kapaklarının altındaki göz küreleri hareket etmeye başladığında birey rüyalı döneme girmiş demektir. Göz küreleri hareket ettiği müddetçe (ortalama 15–20 dakika) rüya da devam etmektedir. Tam bu esnada uyandırılan bir birey rüya gördüğünü ifade eder.

Yapılan laboratuar çalışmalarında, uyuyan bireylerin Rem dönemlerine girdiklerinde uyandırılmaları halinde Rem'siz bir uyku temin edilmiştir. Ertesi günkü takiplerinde bir gün önce rüya gördürülmeyerek uyutulan bireylerin, o gün Rem dönemlerinin iki kat arttığı tespit edilmiştir. Şayet bireyler devam eden günlerde rüyasız bırakılırsa normal bir uyku durumuna geçtiklerinde Rem dönemleri bütün eksiklikleri kapatacak kadar uzamaktadır. 

Rem dönemi uzun süreli engellendiğinde bireylerin gündüz uyanık iken hayal gördükleri, halüsinasyon yaşadıkları tespit edilmiştir. Bu durum her sağlıklı insanda ortaya çıkabilmektedir. Hâlbuki uyanık iken halüsinasyon görmek psikotik bir bozukluktur. Bu da rüya görmenin insanın vazgeçemeyeceği fizyolojik bir ihtiyacı olduğunu ortaya koyar.

Neden böyle bir ihtiyaç söz konusudur ve rüya nasıl bir fonksiyon ifa etmektedir; bu konuyla ilgili çok çeşitli iddialar ve tartışmalar vardır. Bizim burada ilgilendiğimiz sorun, rüyanın fizyolojik gerekliliği ve ne tür bir ihtiyacı karşıladığından ziyade psikolojik olarak rüyanın ne anlama geldiğini ve psikolojik olarak ne tür bir ihtiyaca cevap verdiğini araştırmak ve bunu yanıtlamaktır.

Bir takım araştırmacılara göre rüyalar anlamsız, bağlantısız ve rasgele oluşan düşünce ve imaj akımlarıdır; hiçbir anlamı ve özelliği yoktur. Psikolojik yaklaşımlarda ise rüyalar farklı farklı değerlendirilebilmektedir. Davranışçı yaklaşım tarzına göre rüyalar, gün boyunca devam eden refleks kalıplarının izdüşümlerinin oluşturulması, netleştirilmesi ve hafıza kayıtlarının alınması ile ilgiliyken; bilişsel yapıda rüyalar bireyin kognisyonlarının aktif olarak çalıştığı ve sistemin yerleştirildiği bir süreci ifade etmektedir.

Dinamik yapıda ise olay çok farklı bir perspektifte ve içerikte ele alınmaktadır. 'Rüyalar kral yoludur,' Freud böyle demektedir. Rüyalar bilinçdışında deşarj olmaya çalışan dürtülerin üstü örtülü bir biçimde, bazen çok özel simgelerle bazen çok özel şifrelenmiş kodlarla deşarj olmasını temin eden bir yapıdır. Bilindiği gibi ruhsal aygıtımızda deşarj olmaya çalışan güçler ile bunları engellemeye çalışan güçler arasında büyük bir savaş söz konusudur. 


Bu savaşta zaman zaman engelleyici güçler olaya hâkim iken zaman zaman da deşarj olmaya çalışan güçler hâkim olmaktadır. Engelleyici güçlerin yoğun ve fazla olduğu durumlarda dürtülerin aşırı oranda bastırılması ve deşarj yolu bulamaması iç dünyamızda bulantı ve sıkıntıya sebep olur. Bulantı ve sıkıntının artması bir patlamanın veyahut da bir patolojinin öncü belirtileridir. 

İçeride birikmiş olan bu enerji, bir şekilde deşarj edilmelidir. Rüyalar bunu temin eden temel mekanizmalardır. Rüyalar vasıtasıyla bu dürtüler, öncelikle açık bir şekilde deşarj yolu bulur ve kendilerini ifade ederler. Ancak dürtülerin bu şekilde açıkça ifade edilmesi ego ve süperego güçleri tarafından kabul edilemez bulunursa sansür mekanizmaları devreye girebilir.

İşte dinamik yapı, sansür mekanizmalarının hangi aşamada, ne tür yöntemlerle ve nasıl faaliyete geçtiğini inceler ve bu sistemi deşifre etmeye çalışır. Bu andan itibaren hikâye tamamen farklılaşmaktadır. Bir dürtü rüyada, fincancı katırlarını ürkütmeden kendine deşarj yolu bulmalıdır. Bu da çok zor ve zahmetli bir şeydir. Dürtü hem kendini ifade edecek hem deşarj yolu bulacak hem de egoyu, gerçekliği ve süperegoyu rahatsız etmeyecektir. 

İşte olmayacak olan bu işi, rüyalar çok başarılı bir şekilde gerçekleştirebilmektedir. Dürtünün kendini açıkça ifade etme derecesiyle, engelleyici güçlerin engelleme derecesi veya yargılama dereceleri arasında zıt bir korelasyon vardır. Engelleyici güçlerin kabullenilme oranı yükseldiği oranda rüyanın içindeki dürtü kendini daha açık bir şekilde ortaya koyarken; engelleyici güçlerin yargılayıcı ve bastırıcı tarafları yükseldikçe dürtünün rüyadaki temsilcisinin şekil değiştirmesi, kılıf değiştirmesi ve kendisini saklama oranı o derece artmaktadır.

Bir rüya nasıl oluşur?

Her rüyanın bir senaristi vardır. Bu senarist, id ile ego arasında duran, id'in yapısından da egonun yapısından da haberdar olan, iki tarafı da gözlemleyen ve gözetleyen farklılaşmış bir ego parçasının görevidir. Yani her rüyanın yazarı kişinin kendisidir. Rüyadaki her figür, her sahne, her cümle, her duygu egonun bu parçası tarafından özenle seçilerek hazırlanmış, yazılmış ve uygulamaya konulmuştur. 

Rüya, yazılması çok zor, içinde çok ciddi yapılandırmalar barındıran kompleks ve karmaşık bir senaryodur. Bu senaryonun senaristi çok akıllı, çok zeki, çok planlayıcı ve gelecek hamleleri önceden tayin edebilecek yetenektedir. Her insanoğlunda da bu yetenek vardır. Rüyanın içeriği senarist tarafından belirlendikten sonra bir kurgu oluşturulur. Senaristin amacı hiçbir gücü ürkütmeden bilinçdışında deşarj olmaya çalışan dürtülere çıkış yolu sağlamaktır. 

Bir dürtü temel içerik olarak alındıktan sonra kurgusal bir zemin hazırlanır. Buna bir mekân denilebilir. Mekânın üzerine bir zaman giydirilir. Zaman ve mekânın buluştuğu noktada çeşitli figüranlar görevlendirilebilir. Figüranların seçimi ve rol dağıtımı tamamen senarist tarafından hazırlanmış bir programa göre yapılır. Figüranlara oynatılan her rol ego tarafından bilinçli, amaçlı ve bir hedefe hizmet etmek amacıyla verilmiştir.

Senaryonun hazırlanmasını hiyerarşik bir zeminde tartışabiliriz. Senarist öncelikle çıplak bir senaryo hazırlar, dürtü açık ve nettir. Hedefine doğrudan gider. Bu bir cinsellik veya bir saldırganlık ya da bir haz arayışı olabilir. Bu senaryo birinci sansür heyetine gönderilir; sansür heyetinde bu senaryo, tehlikeli olup olmayacağı ve içteki dengeleri bozup bozmayacağı ile ilgili değerlendirmelere tabi tutulur. 

Sansür heyeti bu senaryonun tehlikeli kısımlarını belirleyerek oraların bir işleme tabi tutulmasını ister. Sansür heyetinin, senaryonun tehlikeli olan kısımlarını nasıl bir sansüre tabi tutacağı ve ne tür yöntemler kullanacağı bugün için belirlenmiş durumdadır. Bir rüyanın çeşitli aşamalarında aşağıdaki şekillerde dürtüyü saklamaya yönelik sansür mekanizmaları devreye girer.

1. Rüyanın esasını cürufla saklama

Her rüya bir öz ve bir esas içerir. Rüyanın kurgulanmasının temel amacı ise bu özü ifade etmektir. Esasın tehlikesine, sansür heyetinin vermiş olduğu gizlilik derecesine göre rüyanın üzeri, esası ve özü saklayacak şekilde sanki moloz yığını ile örtülmüş gibi görüntü ve fragmanlarla doldurulur. Özü saklama amaçlı bu kabuk kısmının hiçbir özelliği yoktur; bu kısım, dolgu maddesidir.

 
Dolgu maddesinin seçiminde de kendine has bir takım özellikler ve yararlılıklar bulunmaktadır. Bunu daha sonra tartışacağız. Rüya içeriğinin tehlikesinin şiddet derecesi oranında rüyanın gereksiz materyalinin veya cürufunun çoğaldığı ve hedef şaşırtıldığı gözlemlenmektedir. Rüyada açık ve net olan, rahatça gözlemlenen, bilinen ve hissedilebilin şeyler rüyanın esası ve özü değil, egonun bilinçli kısmının dikkatini çekmeye yönelik gereksiz malzemelerdir.

2. Rüyada flûluk ilkesi

Rüyada açık ve net görülen, hissedilen ve algılanan materyal; ego, gerçeklik ve süperego için yeteri kadar tehlikeli olmayan malzemelerdir. Görüntü ve algı flûleştikçe tehlikenin şiddet derecesi artmaktadır. Bir rüya içeriğinde geçiştirilen, tam görülemeyen ve flû olarak algılanan bölümler rüyanın esasını veya özünü barındırır.

3. Rüyanın duygu ilkesi

Flûleşen bölgeler, geçiştirilen kısımlar imaja ve algıya dönüşemeyen kısımlardır. Fakat ilginçtir ki flûleşen kısımlara odaklanıp, bireyin ne hissettiği sorulduğunda, o karanlık bölgeden nasıl bir duygu aldığı sorgulandığında kişi görmediği, duymadığı ve algılayamadığı şeyi çok net bir şekilde tanımlayabildiğini fark eder. Arkasından birisi kovalamaktadır ama onu görememektedir. Verilen rüya materyali bu kadardır. Doktor sorar: 

"Arkadakini gördün mü, kim o?" Hasta cevap verir: "Bilmiyorum", doktor yine sorar: "Arkandan gelen kadın mı erkek mi?" Hasta: "Büyük ihtimalle erkek" der. Doktor sorar: "Bu erkek yedi yaşındaki bir çocuk mu, yetmiş yaşındaki bir yaşlı ihtiyar mı?" Hasta: "Hayır, orta yaşlarda" der. Doktor sorar: "Bu orta yaşlı erkek, hasta ve yürüyemeyen cılız birisi midir?" Hasta: "Hayır, güçlü ve atletik birisi" der. 
Doktor: "Bu adam çok iyi niyetli ve sana bir hediye vermek için geliyor arkandan, değil mi?" der. Hasta cevap verir: "Hayır, bana kötülük yapacak, onu hissediyorum" der. Doktor sorar: Sana hayatta daha önce böyle bir kötülük yapan birisi oldu mu?" Hasta birden bire fark eder: "Çocukluğumda bana cinsel taciz yapan adam buydu" der. Rüyada en önemli tercüme, duyguların ve hislerin tercümesidir. Görüntü aldatıcıdır.

4. Rüyada deformasyon ilkesi

Rüyada açık olarak ortaya konan mesaj engelleyici güçler tarafından sıkıntı olarak hissedilecekse rüyanın o kısmına deformasyon yapılabilir. Deformasyon iki şekilde yapılır: a Objenin belirli bir bölgesinin flûleştirilmesi, b Objenin belirli bir bölgesinin değiştirilmesi. Ödipal çatışması olan bir genç rüyasında orta yaşlı bir hanımla cinsel ilişkiye girdiğinden ve ardından sıkıntı hissettiğinden bahsetmektedir. 

Hanımın nasıl bir hanım olduğundan bahsetmesi istendiğinde; bu hanımın yüzünün olmadığından, yüzünün görülmediğinden bahsetmektedir. Burada yüz flûleştirilmiştir; çünkü yüz tehlike arz etmektedir. Muhtemelen bu yüz ensest özelliği haiz birisini simgelemektedir. Objenin şekil değiştirmesinde belirgin bir kısmı veya özelliği, ilgisiz bir figürle deforme edilir. Vücut birisine benzerken yüz ilgisiz birine benzeyebilir. Bu çok çeşitli boyutlarda ve derecelerde meydana gelebilir.

Bir hastamız, çok sevdiği eşinin ilgisizliğinden yakınmakta, aynı zamanda ona karşı yoğun öfke duymaktadır. Âşık olduğu bir insanın kendisine ilgisiz kalması onu çılgına çevirmekte ve yoğun bir öfke krizine sokmaktadır. Rüyasında eşinin vücudunu görmektedir; ancak eşinin vücudunun üzerinde kayın validesinin başı durmaktadır. 


Kayın validesi ile de arası pek iyi olmayan bu hanım rüya boyunca kayın validesine hakaretler yağdırmakta ve ona şiddet uygulamaktadır. Bu hastamızın yapılan analizinde bütün öfkesinin eşe karşı yoğunlaştığı fakat rüyanın bu şekilde uygulamaya sokulması halinde sıkıntı derecesinin aşırı artacağı kaygısıyla bu kısmın deforme edildiği görülmüştür. Eşinin başı değiştirilmiş onun yerine kayın validesinin başı getirilmiştir.

5. Rüyada yoğunlaştırma (kondensasyon) ilkesi

Rüyada düşmanlıklar, öfkeler, kızgınlıklar veya yasak cinsel dürtüler, oluşturulan tek bir figür üzerinden deşarj yolu bulabilir. Bir ömür boyu çeşitli nesnelere karşı öfke ve şiddet duyguları içerisinde bulunan dürtüsel yapı, her bir öfke nesnesi için bir rüya senaryosu oluşturamayacaktır. İşte senarist burada devreye girerek bir heykeltıraş gibi çalışma yapar. Diyelim ki şiddet ve öfke duygularımızı deşarj ettirmek istiyoruz: 

Kime karşı? İki yaşındayken uzandığımız bibloyu alan annemize karşı, dört yaşındayken bizi yatağa almayan babamıza karşı, sekiz yaşındayken bizimle alay eden sınıf arkadaşımıza karşı, on üç yaşındayken bizi döven öğretmenimize karşı, on yedi yaşındayken bizi karakola götüren polis memuruna karşı, yirmi yaşındayken bizi reddeden kız arkadaşımıza karşı ya da yirmi beş yaşındayken patronumuza karşı. 
Velhasıl tüm öfke objeleri zamandan ve mekândan uzak bir şekilde bir figür üzerinde şekillenir. Ayakkabıları anne, ayakları abla, elbisesi ve pantolonu baba, ceketi polis, duruşu öğrenci, bakışı müdür, gözleri patron, saçları bir başka öfke kaynağını simgeleyen ve her bir öfke nesnesinden belirgin olarak alınmış olan parçaların oluşturduğu yeni bir yapı rüya boyunca bizim öfkemizin boşaldığı birey olabilir. Bu bireye hakaretler yağdırır, yumruklar savurur ve hatta o bireye işkence çektirirken tüm bu bireylerle olan hesaplaşmamızı toptan görmüş ve dürtüler hedefine ulaşmıştır.

6. Rüyanın ekonomiklik ilkesi

Rüyalar bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflerler. Rüyanın her bir figüründe mümkün olduğu kadar az malzeme ile çok yarar elde etmek rüyanın temel amacıdır. Rüyanın ekonomiklik prensibi, bir dürtünün deşarjını hedeflediği gibi o gün yeni öğrendiği nesne ilişkisinin tecrübesini de kazanır. Belki bir ders çalışması tecrübesi görünümünde ego, idealinin oluşturmak istediği bir kimliği aynı senaryoda aktive edebilir. Öfke veya sevgi objelerini bir figür üzerinden tamamlayabilir.

7. Rüyada zoom ilkesi

Rüyanın içeriğinde normal bir akış içinde bireyin dikkati özellikle belirli bir figür, cisim, renk, eşya veya ses üzerine odaklanırsa bu malzemenin önemli bir içeriği bulunduğu hatırlanmalıdır. Dıştan bakıldığında anlamsız gelen bir figür, eşya, ses bir başka olayın linkini veya çağrışımını oluşturmak için kullanılmış olabilir. Rüya esnasında zoom yapılan herhangi bir obje veya fenomen çok önemlidir, dikkatle incelenmelidir.

Hipno-drama çalışmaları esnasında, hastamızın oluşturduğu bir rüyada orman içerisinde bir gezinti yapılmaktaydı. On dört yaşlarındaki bayan hastamız intihar teşebbüsü ve ağır disosiyatif semptomlar ile bize müracaat etmişti. Kişilikte sanki bir bölünme söz konusu idi. Zaman zaman çok iyi, çok çalışkan, çok sevimli bir kız olurken zaman zaman birden bire vahşileşmekte, hırçın, öfkeli ve terbiyesiz bir kız haline dönüşmekteydi. 

Kolej öğrencisi olan bayan hastamız okul hayatında çok başarılı ve dönem birincisiydi. Ruhsal muayenesinde psikotik herhangi bir şey bulunamamış; disosiyatif bulgular ve kişilik patolojisi tespit edilmiş idi. Tedavi süreci içerisinde uyguladığımız hipno-drama çalışmasında hastamızı anlamaya, teşhis koymaya ve tedavi etmeye uğraşıyorduk.

O günkü seansımızda orman içerisinde patika bir yolda, bir bahar günü, şen ve şakrak bir şekilde yürüyüşünü yapıyordu. Şarkılar söylüyor, kuşların sesini dinliyor ve yürüyüşe devam ediyordu. Trans altındaki hastamız tam o sırada, ilerde ağaçların arasında sarı papatyalar olduğunu ve o papatyaları kopartmak istediğini ve buna izin verip vermeyeceğimizi sordu. Şimdiye kadarki süreçte böyle bir izin talebi söz konusu olmamıştı. 

Hipno-dramaların doğal seyrinde de böyle bir süreç işlemezdi. Hastamız zoom yapmıştı. Belirli bir figüre bizi odaklamıştı. Sarı papatyalar bize verilen bir linkti ve içinde bir şifre barındırıyordu. Ama o anda onun ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Papatyaları koparmasına izin verdik. Papatyaları eline alarak yine şen ve şakrak bir şekilde orman içindeki patika yolda yürüyüşüne devam etti. Bir müddet sonra yine durdu ve bize bir soru yöneltti. Patika yol şeffaf bir yapı ile kapatılmıştı. Yola devam edebilmesi için o şeffaf yapının yırtılması gerekiyordu. 
Şeffaf yapıyı yırtıp yırtmaması için bizden izin istedi. Biz de izin verdik. Burada ikinci bir zoom olayı gerçekleşmişti. Bizim iznimizden sonra kızımız şeffaf yapıyı yırttı ve yapının öte tarafına geçti. Ancak bir anda haykırışlar ve ağlama sesleri yükseldi. Öte tarafa geçmesiyle birlikte ormanın zifiri bir karanlığa büründüğünü, her yerden canavar ulumaları geldiğini ve çok korktuğunu ifade etti. 

Bir an önce oradan çıkmak istediğini söyledi ve bizden yardım talep etti. Bu esnada ego destekleyici telkinlerimizle; güçlü olduğunu, orada kalabileceğini ve bir müddet sonra ormanın yine ışığa kavuşacağını ve korkacak hiçbir şey olmadığını telkin ettik. Karanlığın derinliğine baktığında orada bir ışık huzmesi belireceğini ve o ışığa doğru yürümeye devam ederse, ışığın tüm ormanı aydınlatacağını söyledik. Işığa yaklaştıkça ormanın yine aydınlandığını eski normal haline döndüğünü, kızımızın mutluluğunun da tekrar yerine geldiğini tespit ettik.

Ormandaki keşif yolculuğumuza devam ederken hastamız bir göl kenarına geldiğini ve gölde yüzmek istediğini ve bunun için de bizden izin almak istediğini ifade etti. Üçüncü bir zoom olayı ile karşı karşıya idik. Hastamızın yüzmesine izin verdik. Göle atladı, yüzmeye başladı, derinlere daldı, çok keyifli bir süreç yaşadı. Artık sudan çıkmak istediğini söyledi, biz de sudan çıkabileceğini ifade ettik. Daldığı suyun dibinden yavaş yavaş yüzeye doğru yüzmeye başladı. 

Suyun yüzeyine yaklaştığında, suyun yüzeyinin kalın bir buz tabakasıyla kaplı olduğunu ve yüzeye çıkamadığını ifade etti. Oksijeni bitmiş ve boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Yine büyük bir sıkıntı ve huzursuzluk çökmüştü ve bizden onu kurtarmamız için yardım talep ediyordu. Buzun belirli bir bölgesinin daha ince ve zayıf olduğu telkinini yaparak o alanı kırabileceğini ve suyun yüzeyine çıkabileceğini ifade ettik.
Hastamıza verdiğimiz ego destekleyici telkinlerle hastamız, mücadele edip buzun ince olan bölgesini kırdı ve suyun yüzeyine çıktı. Rahat bir şekilde nefes aldı, o nefesle birlikte tekrardan büyük bir panik ve korku başladı. Suyun yüzeyine çıkıp nefes almıştı ama bir anda orman yine karanlıklara bürünmüştü, vahşi ulumalar her bir taraftan ona tehdit ve korku hissettiriyordu. Yine telkinlerimizle hastayı normal hale getirip uyandırdık.

Yaptığımız yorumlarda hastamızın bekâretle ilgili bir sorunu olduğu, başından bir travma geçtiği, bu travma nedeniyle bir kişilik bölünmesine yöneldiği, disosiyatif bir çoğul kişiliğe doğru eğilim gösterdiği tespit edildi. Daha sonraki gelişmelerde hastamız bu yönlerden incelendiğinde, rahatsızlığı başlamadan önce yazlıklarında komşunun oğlu ile cinsel bir yakınlaşma yaşadığını, bu yakınlaşmadan dolayı bekâretini kaybettiği gibi bir endişeye kapıldığını ve ailesinin, onu kaybettiği için kendisini ağır bir şekilde cezalandıracağı korkusunu içinde taşıdığını belirtti. 

Bütün sıkıntılar ve hikâye bu olaydan sonra gelişmişti. Sanki içinde ikinci bir kötü kimlik yaratarak onu tescil ettirmeye çalışıyordu: 'Ben aslında iyi bir kızım, ancak bir takım yanlışlar var ise bu bana ait değil içimdeki kötü kıza aittir' diye düşünerek bu eylemi kendinden dışlamaya gayret ediyordu. Bunun için de patolojik bir süreci başlatmıştı.

Yapılan tıbbı muayenelerinde bekâretinde hiçbir problem olmadığı, bunun sadece bir kuşkudan ibaret olduğu anlaşıldı. Bu bilgi inandırıcı bir şekilde kendisine anlatıldıktan sonra kimlikte bir entegrasyon terapisine geçilip süreç tamamlanmaya çalışıldı.


Rüyayı doğru şekilde yorumlamış, zoomların üzerine odaklanmıştık. Ancak bir numaralı papatya zoomu hala gizemini korumaktaydı. Terapilerimiz esnasındaki konuşmaların birisinde, travma gününü tekrar konuşurken, lakayt bir tarzda o gün üzerinde sarı papatyaların bulunduğu bir elbisesi olduğundan bahsetti. Birinci zoom da yerine ulaşmıştı.

8. Rüyaların rakam, isim ve kelimelere odaklanması

Rüya içeriğinde gözlenen ve odaklanılan sayılar, tarihler, isimler vb. özel önemi haizdir. Bunlar bilgisayar ortamında sıkıştırılmış dosyaların giriş şifreleri gibidir. Üzerine vurgu yapılan bu tarih, rakam veya isimlerin arka planındaki çağrışım zinciri kovalandığında bilinçdışı dürtünün kaynağına ulaşmak mümkündür. Burada sadece gizli içeriğin ipucu ve ayak izleri bırakılmaktadır.


9. Bütününün parçalanması ilkesi

Tehlike arz eden bir nesne bütün olarak algılanır. O bütünün bir şeyi temsil ettiği bilinir, ancak o bütünün bir parçası yoktur. Rüyanın bir başka boyutunda, o figürde aynı parça oluştuğu halde o parça yok olmuştur. Sanki bütünün tamamı rüyada şekillendiğinde, suç işlenmiş ve kaygı düzeyi artmış olacaktır. Ancak bütünü oluşturan parça eksik bırakıldığında suçun bütünü oluşmadığından, suçluluk duygusu ve kaygı düzeyi düşük olacaktır.

10. Rüyanın figür değiştirme ilkesi

Rüyada esas veya özü gizlemeye yönelik olarak çeşitli figürler çeşitli figürlerin yerine ikame edilebilir. Bir genç kızı bir büfe ile anlamlandırmak, haset ve kıskanç bir hanımı bir yılanla ifade etmek mümkündür.

11. Simgeleştirme, rüyaların simge kullanma ilkesi

Rüyalar esas içeriği saklamak amacına yönelik olarak esasla fonetik açıdan, kelime benzerliği açısından, anlam açısından, materyal açısından ve kıyas açısından yakınlık arz edebilecek her türlü malzeme ile simgeleşebilir. Simgeleşen materyal rüyanın gizli içeriğini bize anlatır ve ifade eder. Simgelerin incelenmesinde ortak bir takım özellikler vardır:

a- Simgelerin evrensel özellikleri: Her kültürde ve her toplumda ortak anlamlar içerebilecek figürler, insanoğlunun dürtü, duygu ve düşüncelerinin ortak simgeleri olabilmektedir. Bunlar da rüyalarda aynı şekilde ortaya çıkmaktadır. 


Aydınlığın, ferahlığı; karanlığın, sıkıntıyı; güneşin, bereketi; karanlığın, gizliliği ve korkuyu; toprağın, üretkenliği; yağmurun, vericiliği ve bereketi; suyun, iyiliği ve hoşluğu; yeşilliğin, dinginliği ve muradı simgelemesi gibi evrensel simgeler mevcuttur. Bunlar bütün kültürlerde ortak rüya simge dili olarak kullanılagelmiştir.

b- Kültürlere özgü simge dili: Her kültürün değer yargılarına göre iyiliği, kötülüğü, mutluluğu, cinselliği ve şiddeti simgeleyen öğeler ve figürler vardır. Bir insanın kültürel özelliklerini, yaşadığı toplumsal çevreyi bilmiyorsanız bu bireyin rüyasını doğru bir şekilde yorumlamanız çok zordur. 


Bir kültürde yaşlı bir kadın iyi bir nesneyi simgelerken bir başka kültürde bir cadıyı simgeleyebilir. Bir kültürde bir yabancıyı misafir etmek insanî hasletler ve misafirperverliği simgelerken bir başka kültürde başkalarından zarar görebilme ihtimalini simgeleyebilir.

c- Bireyin kişisel simgeleri: Evrensel ve kültürel simgeler genel olması, özünde fazla sırlar barındırmaması ve rüyanın özünü saklayabilme kabiliyetinden uzak bulunması nedeniyle her birey kendine has bireysel simgeler geliştirebilmektedir. Bireysel simgeleri ortaya çıkarabilmek çok önemlidir. Bir rüyayı yorumlayabilmenin, bilinçdışı içeriğini açığa çıkarabilmenin ve şifreleri çözebilmenin temel sırrı bireyin simgesel dünyasına girmekle mümkündür. 

Her insanın da simgesel dünyası farklıdır. Bu nedenle bireyi tanımadan, bireyin iç dünyasını bilmeden, bireyin o zaman dilimindeki sürecini anlamadan bir rüyayı tam manasıyla yorumlamak mümkün değildir. 

Bu çerçevede bireyin simgesel dünyasını kavrayabilmek için etkilendiği kişiler, kitaplar, kurumlar, filmler, anılar çok yakinen bilinmelidir. Özellikle rüya görüldüğü esnada etkisi altında olduğuna inanılan olaylar, filmler, kahramanlar, kitaplar çok iyi değerlendirilmelidir. Bunların içerisinden alınacak materyaller rüyada bir simge ile dile gelerek kişinin iç dünyasındaki istek ve talepleri belirleyebilir.

12. Rüyaların ardıcıllığı ilkesi

Rüyalarda esas materyal bir simge aracılığıyla, bir çağrışımla veya bir olguyla verilebilir. Burada bir dürtünün bir kerede hedefi bulmasından ve deşarj olmasından söz edilir. Bazı ego idealleri bir rüya fragmanına sığmayacak kadar detaylı ve uzun ilişkiler barındırabilir. 

Bu durumda bir dizi filmi seyreder gibi ardıcıl bir şekilde rüyaların peş peşe, bölüm bölüm senaryolaştırıldığı görülür. Narsist kişilik örgütlenmesine sahip olan bir birey ülkeyi kurtarma misyonuna soyunabilir. Bu misyonu gerçekleştirmek için de tarihsel süreç içinde büyük insanlardan birisiyle (Gandhi, Churchill, Mustafa Kemal Atatürk vb.) gizli bir özdeşim yaparak onun yaşantısını tekrardan yeni mekânlarda, yeni zaman dilimlerinde, yeni figüranlarla hayata veya rüyaya sokabilir. Bu durumda rüyayı kavrayabilmek için birçok rüyayı takip etmek, parçaları bir araya getirmek ve senaryonun bütününü görmek gerekebilir.

13. Rüyaların bir figür üzerinden izlenmesi ilkesi

Bireyler ruhsal sıkıntılarını, değişimlerini ve gelişimlerini simgesel olarak bir figür üzerinden uzun vadeli bir şekilde anlatabilirler. Hastalarımızda rüya işleyiş mekanizmasının çoğunlukla bu periyotta oluştuğunu gözlemlemekteyiz. Özellikle kişilik analizi yapıp kişilik değişimini hedeflediğimiz hastalarımızda tek bir figür üzerinden bir gelişme ve değişme, ısrarlı bir şekilde rüyalara aksetmektedir. Bu figürler:

a- Ayakla ilintili olabilmektedir: Ayağa giyilen bir ayakkabı, bir alet, kişilikle ilintilenmektedir. Ayakkabının dar ya da geniş gelmesi; ayakkabının çalınması, kaybolması, bir tekiyle diğer tekinin farklılık arz etmesi, hep kişiliğin değişim sürecini simgeleyen bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır. Kişi ayakkabılarını giyerek yola çıktığında ayaklarının çıplak olduğunu fark edebilmektedir veya ayakkabılarının değiştiğini görmektedir. Kişi belirli bir hedefe doğru yönelmekte, o hedefe ulaşabilmek için hep ayakkabısıyla ilgilenmektedir. 

Bu durum tedavi sürecinin bir indikatörü olarak takip edilmektedir. Kaybolan, değişen, dayanıklılığı az olan ayakkabılar yerine ayağına tam oturan, rahatlıkla yürümesini temin eden ve hedefe kadar onu götürebileceğinden emin olunan ayakkabı rüyaları görülmeye başlandığında süreç tamamlanmaktadır.

b- Otomobil veya araç rüyaları.
Kimliği ve kişilikleri en çok simgeleyen simgelerden birisi de araba rüyalarıdır. Terapi süreçlerinde hastalarımız özellikle arabayla ilintili rüyaları ardıcıl bir şekilde sıkça önümüze getirmektedir. Bu rüyaların niteliğine göre hastamızın, terapinin hangi sürecinde olduğunu tespit etmek kolaylıkla mümkün olabilmektedir. Bu araçlar basit bir bisikletten otomobile, otobüsten kamyona, sandaldan gemiye, helikopterden uçağa kadar bir değişiklik arz edebilmektedir. Burada hep binilen bir araç ve gidilmek istenen bir hedef vardır.

Terapi süreçlerinde kişilik değişimi ile ilgili tedavi uygulanırken, rüyaların üç ana bölümde geldiği gözlemlenmiştir: Tedavinin başlangıcı, ortası ve sonu. Tedavinin başlangıcında bir araca binilmekte, bir hedefe yönlenilmektedir. Bu bir bisiklet, bir otomobil, bir kamyon veya uçak olabilir. İlginçtir ki bu araçlar kullanılırken, aracı kullanan şoför bireyin kendisi değildir. Aracın kendisine ait olduğunu, kendisinin kullanması gerektiğini, ancak aracın bir başkası tarafından kullanıldığını ifade ederler. Aracı kullanan kişi çoğu zaman flû görülmekte veya hiç görülmemekte ve direksiyon boş durmaktadır. Birey ya şoförün yanında ya da arka tarafta oturmaktadır. Bu tip rüyalarda hastalarımız şaşkınlıklarını dile getirmektedir. 

Yapılan incelemelerde görülmüştür ki bu dönemlerde aracın emanet edildiği kişi genellikle tedaviyi yürüten hekim olmaktadır. Bu da hekime olan güven derecesinin yüksekliğini gösteren bir göstergedir. Henüz hekime güven yok ise aracı kendi götürmeye çalışmakta, ancak araç yerinden hareket etmemektedir.

Orta seviyedeki terapi sürecinde hasta aracı kullanmakta fakat araç belirli bir istikamette, belirli bir hedefe doğru giderken ya kontrolden çıkmakta ya direksiyon elde kalmakta ya da gaz veya fren pedalları çalışmamakta veya bir şarampole yuvarlanmakta, en iyi durumlarda da yolun ortasında aracın benzini bitmektedir. Bu dönem çeşitli kazaların yaşandığı, arabanın kaportasının veya motorunun hasar gördüğü ve tadilat-tamirat işleriyle uğraşıldığı bir süreç olarak gözlemlenmektedir.

Tedavinin son aşamasında ise rüya içerikleri değişmekte, araçlar kaliteli, kaportası ve motoru sağlam, hedefe emniyetle gidebilen araçlar haline dönüşebilmektedir. Araç rüyalarında özellikle aile reisi ve sorumluluk mevkiinde bulunan hastalarımızla yaptığımız çalışmalarda minibüs ve otobüs gibi araçların devreye girdiğini, eş ve çocukların ve bakmakla yükümlü olduğu bireylerin ise yolcu olarak taşındığı gözlemlenmektedir. 

Aynı sıkıntılı süreçler bu araçlar için de devam etmektedir. Rüyaların ekonomikliği prensibi perspektifinde, rüyalarda seçilen araçlar bazen gemi, bazen savaş uçağı olabilmektedir. Bu durumda da kişi kimlik değişimiyle uğraşırken ego idealinin arzu ve isteklerini de yerine getirerek dürtülerini deşarj edebilmektedir. Hatta bir rüyada savaş pilotu olarak uçan bir hastamız, sevdiği kızın köyünün üzerinden geçerek iki kavağı biçmiş, ardından paraşütle atlayarak canını zor kurtarmıştı. Bu rüyada hem kimliğin durumu belirlenmekte, hem ego ideali gerçekleşmekte, hem de sevgilisinin köyüne paraşütle inerek sevgilisine ulaşılmakta idi.

14. Rüyaların zaman dışılığı ilkesi

Rüyalarda, geçmişte yaşanmış bir acı ve travma yeni bir senaryoyla değiştirilerek veya ortadan kaldırılarak farklı sonuçlara ulaşılabilir. Bugün yaşanmış bir gerçek, sıkıntı veriyorsa bu gerçek rüyalarda farklı şekillerde canlandırılarak bireyin rahatlaması sağlanabilir ve gelecekte olması istenen beklentisel bir durum, beklemeye gerek kalmadan rüyalar yoluyla o gün realize edilebilir. Her üç durumda da ego rahatlamakta ve dürtüler hedefine ulaşmaktadır.

15. Rüyaların sindirme ilkesi

Midemiz, gıdaları sindirmek için gıdaları tekrar tekrar döndürmek zorundadır. Hayvanlarda bu, daha da öteye giderek geviş getirme sistemini oluşturmuştur. Bir travmanın hafifletilebilmesi için o travmanın tekrar tekrar canlandırılması ve dile getirilmesi gerekmektedir. 


Özellikle post-travmatik stres bozukluğunda gördüğümüz klinik tabloda bireyler, yaşadıkları travmayı ne kadar çok anlatır ve paylaşırlarsa o derece sindirir ve patolojik bir hastalığa neden olmadan atlatabilirler. Bu manada yaşanmış travmaların hafifletilebilmesi için zihinde bunların mükerreren yaşantılandırılması ve sindirime tabi tutulması gerekir. Rüyalar bu fonksiyonu görerek kişiyi tedavi ederler.

Aynı şekilde korkuların ve olabilecek felaketlerin önünü alabilmek ve kişinin egosunu ona hazırlayabilmek için ön egzersizler amacıyla rüya hazırlanır. Böyle bir durumda sınava girecek delikanlı, sınavdan kalma riskini hazmedebilmek ve egosunu buna hazırlayabilmek için sınavdan kaldığı rüyalarını görür veyahut da çok sevdiği bir nesnesini (baba, çocuk, eş vb.) kaybedebilme riski karşısında hazırlıksız kalmak istemeyen ego, böyle bir kayba hazırlanabilmek için bunların öldüğünü rüyalarında tekraren yaşar. Bir servetin, bir uzvun kaybı, hatta şampiyon olmasını dilediği takımın şampiyon olamamasını görme, bir sindirme ve hazırlanma olayıdır. 

Bazı sindirme rüyalarında aşırı obsesif bir kişilik örüntüsünün olayı abarttığı, doğal bir mekanizmadan patolojik bir mekanizmaya dönüştürdüğü gözlemlenmektedir. Buradaki problem, rüyanın savunma düzeneği ile ilgili değil kişinin kişilik örüntüsünün patolojisiyle ilgilidir.

Yukarıdaki sansür mekanizmaları, genellikle rüya senaryosu oluşturulurken baştan hesaplanır ve planlanır; hazırlanmış olan senaryo uygulamaya konulur. Muhtemelen rüya uygulamaya girdikten sonra veya uygulamanın tam ortasında tehlikeli olabilecek durumlarda, rüya senaryosunu fazla değiştirmeden yukarıdaki sansür mekanizmalarından bir kısmı kullanılarak tehlike bertaraf edilmeye çalışılır. 

Rol verilmesinde başlangıçta tehlike bulunmayan bir aktör, son anda veya rüya uygulamaya alındıktan sonra tehlike arz edecek olursa; aktörü tanınmaz hale getirmek için üzerinde deformasyon mekanizmaları uygulanır. Bu şekilde aktör yazılan senaryoda görevini ifa ederken, her şeye rağmen yine aktörün kimliği açığa çıkma tehlikesi oluşmuş ise veya hissedilirse, o anda aktörün görüntüsü tamamen devre dışı bırakılabilir.


10- İçgörü

Sınırda zekâ seviyesinde olan ve kocası ile zorunlu olarak evlenmek durumunda kalan hastamız bize eşiyle arasındaki bir iletişiminden bahsetti. Çok iyi niyetli ve çok saf olan kocası bir evlilikten ziyade bir anne bulmanın heyecanı içerisinde mutlu bir şekilde evliliğini devam ettiriyordu. Organik bir takım rahatsızlıklar nedeniyle cinsel hayatı da yok denecek kadar azdı. Zekâ seviyesi ortalamanın üzerinde ve farkındalık düzeyi yüksek olan hastamız bu evliliği sürdürmeye çalışıyordu. 

Evin neresine gitse, arkasında kocası onu takip ediyordu. Onsuz hiçbir iş yapamıyor, yalnız başına hiçbir yere gidemiyordu. Bütün sosyal ilişkileri ve bakımı hastamızın üzerinde idi. Bu evlilikten ciddi olarak bunaltı hisseden hastamız, evliliği bitirmek için zihninde çalışmalar yapıyor, ancak buna düşünce düzeyinde dahi muvaffak olamıyordu. 

Çünkü kocası kendisine o kadar bağlı ve o kadar muhtaçtı ki onu bıraktığı zaman onun hayatını normal bir şekilde idame ettirebileceği bile kuşkuluydu. Bu durum da hastamızda ciddi vicdan azabına ve sorgulamasına neden oluyordu. Bunaldığı günlerden birinde hastamız eşine şöyle hitap etmişti: "Artık başımı alıp gideceğim." Kocasının hastamıza verdiği cevap şöyle idi: "Hadi birlikte gidelim."

İç görü ve farkındalık insan hayatında çok önemli bir şeydir. Yukarıda anlattığımız vakada çok saf ve temiz bir insanın kendisinden kaçmaya çalışan eşine karşı verdiği yanıt, belki de insan olarak iç görüsüzlüğün en üst seviyesindeki derecelerden birisi olabilir.

İnsanı hayvandan ayıran temel unsurlardan biri de idrak etmek, farkında olmak veya içgörü sahibi olmak şeklinde ifade edilmektedir. İnsanoğlunun idrakini, farkındalığını veyahut da iç görüsünü bütüncül perspektiften inceleyecek olursak onun, zihinsel yapının gelişimiyle ilgili birçok aşamalar içerdiğini görürüz. İdrakin oluşabilmesi için bireyin zekâ seviyesinin, idraki oluşturabilecek kapasitede olması gerekir. Bunun da kaynağı biyolojik ve genetik yapımızla ilintilidir. Doğuştan getirdiğimiz materyalde zekâ seviyemizin yeterli olmaması durumunda, idrak ve farkındalığımız da o oranda düşük olacaktır. 

Bu çalışmamızın ilk sayfasından bu noktaya kadar olan kısımlarda, ruhsal yapının nasıl şekillendiğini, nasıl oluştuğunu, nasıl örgütlendiğini ve sebep-sonuç ilişkisinin ne şekilde ortaya çıktığını, mümkün olduğu kadar anlatmaya gayret ettik. Tüm bunları göz önünde bulunduracak olursak çok farklı idraklerden, farkındalıklardan veya iç görülerden bahsetmek mümkündür. Ancak biz mümkün olduğu kadar bu yapıları sınıflandırmaya, belirli bir eksenle izah etmeye çalışacağız.

Farkındalığın ve idrakin oluşabilmesi için zekânın yanında dikkat edebilme, irade edebilme, düşünebilme, hafızaya kaydedebilme, hafızadan geri çağırabilme, mantık yürütebilme, kıyas yapabilme gibi beynimizin zihinsel-entelektüel fonksiyonlarının bir bütün olarak ahenkli bir şekilde çalışması gerekmektedir. Bunlardan biri veya birkaçının çalışmaması, eksik çalışması, ters çalışması ya da ahenkli bir şekilde çalışmaması sonucunda idrak etmenin ve farkında olmanın yani bilinçlenmenin mümkün olmadığını veya çarpık bir tablonun oluştuğunu görmekteyiz.

Ruhsal gelişim evrelerinde zihinsel yapımız bir gergefin işlenmesi gibi lif lif, adım adım işlenerek bir mantıksal örgü beynimize, zihnimize hâkim kılınmaya çalışılmaktadır. Hayatımızda somut düşünceden soyut düşünceye ve modelleme ve şablonsal algılamadan iradî tercihe dayalı algılama ve seçiciliğe giden bir süreç yer almaktadır. Tüm bunların normal bir seyir içerisinde geliştiğini, ruhsal gelişim evrelerinin sağlıklı bir şekilde geçirildiğini kabul edersek konumuz olan idrak, farkındalık ve iç görünün ne demek olduğunu daha farklı bir bağlamda ele almış oluruz.

İdrakin, farkındalığın ve iç görünün varlığından bahsedebilmek için nesne ilişkilerinde bireyin belirli bir olgunluk derecesine ulaşması, bazı olayları tecrübe etmesi, bazı olayları gözlemlemesi, bazı olaylardan da kıyas yoluyla akletmek suretiyle sonuçlar çıkarabilecek bir seviyede olması gerekir. Bunların oluşabilmesi için de kişinin yaygın ve/veya örgün bir eğitimden geçmesi ve yaşadığı ortamın, eğitim düzeyine uygun olması öncül şart gibi gözükmektedir.

Bir aile içerisinde yetiştirilen bir çocuğun, belirli nesne ilişkileri gösterilmeden, tecrübe ettirilmeden, soyut olarak onların varlığını algılayabilecek bir zihinsel kapasiteye ulaşmadan o konularla ilgili idrak ve farkındalığını artırabilmesi veya iç görüde bulunabilmesi mümkün değildir. 

Ancak toplum içine girmiş, soyut düşünceyi geliştirebilmiş ve olaylar arasındaki bağlantıları kurabilecek bir kapasitedeki bir bireyin kendi zihinsel seviyesi ve yaşam alanına uygun bir şekilde idrak etmesi, farkındalığının oluşması veya iç görüsünün bulunması gerekli görülmektedir. Kişinin farkındalığını ölçebilmek için onun zekâsı, eğitim düzeyi, yaşadığı sosyal çevre çok iyi bilinmeli ve o bağlamda kişiye yaklaşılmalıdır. 
Tıbbi muayeneler yapılırken ve kişinin oryantasyonu ve işbirliği incelenirken sorulan sorular kişinin sosyo-kültürel, eğitimsel ve zekâ durumuna göre yapılmalıdır. Bu kapasitelerin gelişmişliği oranında farkındalık düzeyinden veya iç görüden bahsedilebilir. Kişinin zekâ seviyesi düşükse, sosyo-kültürel yapısı aşağı ise ve eğitimden mahrum bırakılmış ise idrak etme, farkında olma veya iç görüsünü derinleştirme imkânı çoğu zaman kısır kalacaktır. Bunların tersi durumlarda ise kişi daha şanslı gözükmektedir.

Ruhsal rahatsızlıkların tedavisinde iç görüyü artırmaya yönelik ve farkındalık düzeyini yükseltmeyi amaçlayan çalışmalara ve terapi şekline iç görü yönelimle psikoterapiler ismi verilmektedir.

İnsan zihni birbirinden kopuk, bağlantısız ve kaotik bir düşünceye sahip değildir. Yaptığı her eyleme, yürüttüğü her fikir çalışmasına bir anlam yüklemek ve mantıksal bir kalıp vermek zorundadır. Beynimizin genetik çalışması bizi buna zorunlu kılmaktadır. Anlam yükleme, açıktan bir takım sebep-sonuç bağları kurmakla yapılabildiği gibi, soyut anlamda 'bu yapılanda bir hikmet vardır' anlayışı perspektifinde bu yerlere gönderme yapılarak da yürütülebilir.

Veyahut ruhumuzun bir tarafını temsil eden büyüsel düşünce (magic thinking) gibi gizemsel bir izah tarzı getirilebilir. İster determinal bir bağlantı, ister hikmet arayışı, isterse de gizeme olan bir köprü olsun hepsinde kurgulanmış bir mantık arayışının izlerini görmek mümkündür. Bu mantıksal kurgunun olmadığı bir zeminde kaos ve psikoz söz konusudur. İşte bu bağlamda bize başvuran hastalarımızda terapi seçeneklerini düşünürken ve hastamıza hangi seçeneklerin uygun geleceğini tespit ederken tüm verileri gözden geçirmek zorundayız.

Bu bağlamda davranışçı terapi, temelindeki fikrî arka plan fazla dikkate alınmadan, sadece davranışçı şartlanmalar üzerine odaklanmış, böyle bir mantığı ön plana çıkarmış bir tedavi anlayışını içeren tekniklerdir. Otorite konumundaki doktor, hastaya bir takım talimatlar ve ev ödevleri vererek alıştırmalarla tedaviyi sürdürmeye çalışır. Böyle bir tedavide idrakten bahsedilebilir ve yaptığı şeyin nasıl bir sonuç yaratacağı ile ilgili farkındalık oluşturulabilir ama bunun çalışma sistematiği ile ilgili bir iç görüden bahsedilemez. 

Çünkü buradaki olay modelleme suretiyle bir davranışı taklit etmek ve yapmaktır. Köpek fobisi olan bir bireyi, aşama aşama köpeğe yaklaştırıp duyarsızlaştırma böyle bir tedaviye örnektir. Böyle bir tedavide iç görüden bahsetmek söz konusu değildir. Ama yapılan tedavinin mantığını anlatmak yani hastaya bu konuda idrak sağlamak veya farkındalığını temin etmekten bahsedilebilir.

Bilişsel terapide ise davranışçı bir modellemeden veya idrakten öte zihindeki bilginin nasıl işlemlendiğine odaklanılır: Birey bir olay karşısında nelere dikkat etmekte, nasıl düşünmekte, bu otomatik düşünce nasıl faaliyet yürütmekte, bunlara bakılmaktadır. Her bireyin nesne ile ilişkilerinde farklı fikir yürütme kalıpları veya yolları söz konusudur. Nesne ile iletişim ancak bu düşünce yolları üzerinden yapılabilir. 


Alışıla gelmiş veya öğrenilmiş olan bu düşünce tarzı kişiyi zaman zaman ruhsal rahatsızlıklara götürür. Kişiye nasıl düşündüğünü, bu düşünce tarzının kendisini nasıl hasta ettiğini mantıksal bir bağlamda aktardığınızda ve bunu yakalamasını temin ettiğinizde kişinin kendi düşünce ve bilinci üzerindeki farkındalığını artırmış olursunuz.

Buna bir örnek verecek olursak sosyal fobisi olan bir şahıs, grup önüne çıkıp bir konuşmayı başlatamamaktadır. Olaya nasıl baktığını ve düşündüğünü incelediğimizde ilgisiz bir düşünce şeması karşımıza çıkar. Bu şahıs muhtemelen şöyle düşünmektedir: '
Grup karşısında konuşurken mutlaka hata yapacağım, yanlış konuşacağım veya bildiklerimi unutacağım; insanlar bu duruma bakarak benimle alay edecekler, dalga geçecekler, kendimi aşağılanmış ve küçülmüş hissedeceğim; insanlar beni reddedecekler. Bir daha beni adam yerine koymayacaklar; reddedilmek ve dışlanmak bana dayanılmaz bir acı verecektir, insanların beni reddetmesi kadar kötü bir şey olamaz, bu nedenle insanların karşısına çıkıp asla konuşamam' diyebilmektedir. 
Bu mantıksal süreç tamamen hatalar ve çarpık yorumlarla doludur; keyfi çıkarsamalar ve genellemelerin görüldüğü, bilgi işlemedeki hatalı bir süreçtir. Bu düşünce zincirinin halkaları ve düşünce matematiği, bireye aşama aşama sindirile sindirile gösterilip farkındalık düzeyi artırılır. Hemen yanı başında bu bireye kendisini daha sağlıklı kılacak alternatif bir düşünce modeli gösterilir. Bu alternatif modelin aşama aşama nasıl uygulamaya sokulacağı ve diğer yanlış modelin üzerine nasıl ikame edilip bindirileceği sonraki terapi süreçlerinde aşama aşama aktarılır. 
Burada yapılan, büyük oranda bireyin, düşüncesi üzerindeki sistematik çalışmayı görmesini, olumsuz düşünceleri yakalamayı öğrenmesini ve düşüncenin şemalarını fark etmesini sağlayan bir tedavi programıdır. Kişi burada büyük oranda düşüncesi üzerindeki farkındalığını artırarak onu değiştirebilme yetisini kazanır. Farkındalık arttıkça kendini tanıma ve anlama konusundaki içgörüsü de genişlemiş olmaktadır.

Bireyin dinamik bir terapisinden bahsediliyorsa bu, kitabımızda bahsettiğimiz tüm dinamik süreçleri içine alan bir sanal programın fark edilmesi ve bunun ayak izlerinin takip edilmesine dayanmaktadır. Dinamik terapi, klasik analizden başlayarak kısa dönem iç görü yönelimli dinamik psikoterapi programlarına kadar giden geniş bir yelpazeyi içerir. Burada özellikle vurgulamak istediğimiz kısım dinamik terapide kullandığımız iç görünün ne olduğu ile ilgilidir.


İç görü, dinamik yaklaşım anlamında kişinin kendi bireysel varoluşunu 

kavraması; id, ego ve süperego arasındaki bağlantıları idrak etmesi; bilinçdışı ile iletişim kurabilmesi; bilinçdışının mesajlarını (rüya, lapsus, serbest çağrışım) okuyabilmesi; oral, anal, fallik, latent ve diğer dönemlerdeki ruhsal gelişim evrelerinin Bugünkü kesitten görünümlerinin veya tezahürlerinin farkına varılması ile ulaşılan tüm sürece verilen isimdir. Klasik analiz, iç görüden ziyade boş bir ekran olarak var olan analistin şahsında bir orta oyununun sahnelenerek duygusal bir değişimin yaşanma hikâyesidir. 
Kişinin egosunun veya mantığının bu işe fazla bir katkısı yoktur. Bilakis ego ve mantık devre dışı bırakılarak, bilinçdışında deşarj olmaya çalışan dürtülerin önü açılarak bilinçli olmasına çalışılır. Bu şekilde varlığını sürdüren engellenmiş dürtüler kendilerini ifade ederek deşarj yolu bulduğunda tedavi prosedürü de kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Analist zaman zaman yorumlarıyla bu süreci sürdürebilir.

İçgörü yönelimli dinamik psikoterapide ise olay tamamen egonun ve bilinçli düşüncenin denetiminde, olan biteni fark etmeye dayanmaktadır. Kişi ruhsal yapısındaki mekanizmaları keşfettikçe ve fark ettikçe onlar üzerindeki denetimi ve hâkimiyeti güçlenir. Bilinmezlik, belirsizlik ve kaos karşısında şaşkına düşmüş olan ego ve mantıklı düşünce, dürtülerin bu istilası karşısında bunları anlamlandırabilecek, belirleyebilecek ve mantığını ortaya koyabilecek bir farkındalığı yakaladığında hastalığı da kontrol edilebilir hale gelmekte ve onun yerine yeni mekanizmalar kurabilmektedir. Bu da içgörü yönelimli psikoterapinin çalışma şeklidir.

İçgörü yönelimli dinamik psikoterapi, hastaya öncelikle hastalığı ile ilgili bir çerçeve çizer. Bütün tedavi prosedürlerinde olduğu gibi hastaya hastalığı ile ilgili bir formülasyon oluşturur. İçgörü yönelimli bir psikoterapiyi yönetebilmek için hekimin hastasını çok iyi dinlemesi, anlaması dinamik açıdan rahatsızlığı kavramsallaştırması ve bir hastalık formülasyonuna ulaşması gerekir. 


Ardından kavramsallaştırılan bu hastalık formülasyonuna uygun bir tedavi prosedürü oluşturulur. Bu aşamadan itibaren hekimin ruhunda hastalığın psiko-patolojik gelişimi, seyri ve tedavi prosedürü netleşmiştir. Tedavi programı aşama aşama hastaya verilmelidir. Hastadan alınacak olan geri bildirimler sayesinde tedavi prosedürü ve formülasyon ile ilgili bir takım yeni düzenlemeler ve düzeltmeler yapılabilir.

Hekimin zihninde canlanan hastalık yapısının matematiksel zinciri, bir şekilde hastaya aktarılmalıdır. Kendi uygulamalarımızda hastalarımıza bu durumu bir metaforla anlatmaya çalışmaktayım: "Şu anda benim karşıma geldiniz, paniklisiniz, anksiyeteniz, korkunuz, bir takım fonksiyonel bozukluklarınız var. Bu sıkıntılarınız nedeniyle ruhsal hayatınız çok kötü durumda, hayattan zevk alamıyor, bunaltı ve sıkıntının içinde kıvranıyorsunuz. Çoğu zaman başvurduğunuz çözüm yolları çıkmaz sokağa dönüşüyor veya çaldığınız kapılar ya açılmıyor veya yüzünüze kapanıyor. 


Bu durumda kendinizi zifiri karanlıkta bir orman içerisinde yürürken hissediniz. Bu vahşi ormanda her taraftan köpek havlamaları, kurt ulumaları geliyor. 
Vahşi hayvanların nefesini sanki ensenizde hissediyorsunuz; şu anda yaşadığınız hastalıkta durum buna benziyor. Hangi canavarın ne zaman, nerenizden ısıracağını bilemiyorsunuz. Hep tedirgin, tetikte ve korku içerisinde bekliyorsunuz. İşte bu aşamada ben size yardımcı olacağım. İçgörü yönelimli dinamik psikoterapi bağlamında sizi bu vahşi ormandan çıkaracağım. İlk etapta ormanın içerisinde, bu zifiri karanlıkta yürürken ormanın her tarafını aydınlatan ışıkları yakacağım. Karanlık orman aydınlanacak. Göreceksiniz ki orman içerisinde, etrafınızda birçok köpek veya kurt havlamakta veya hırlamaktalar; ancak tüm bu hayvanlar etrafınızdaki ağaçlara çeşitli uzunluklardaki zincirlerle bağlanmış durumdalar. 
Siz o hayvanlara yaklaşmadığınız müddetçe, o hayvanların size ulaşması mümkün değildir. Tabloyu bu şekilde gördükten sonra hayvanların size zarar veremeyeceğinden emin olacaksınız. Bu da sizde büyük bir rahatlık yaratacak. 

İşte size vereceğim tedavi programında hastalığınızın içyapısını kavrayıp iç görüsünü geliştirdiğinizde, içerisinde size zarar verebilecek faktörleri; yani orman içerisindeki hayvanların yerini ve zincirin uzunluklarını çok net algılayabileceksiniz. Onlara yaklaşmadığınız, onları kışkırtmadığınız müddetçe bu hayvanların size zarar vermesinin mümkün olmadığını göreceksiniz. Bu durum sizde büyük bir rahatlama sağlayacaktır."

Bu aşamaya kadar varacak olan bir tedavi programında bireye rahatsızlığının mekanizmaları, oluşum şekli ve görüntüleri anlatılmış olacaktır. Hastanın zekâ ve sosyo-kültürel seviyesine göre yapılacak olan bu açılımlar, hastanın bilinmezlik ve belirsizlikten doğan kaygısını kontrol altına almayı temin edecektir. 


Klinik çalışmalarımızda, yoğunlaştırılmış terapi programına aldığımız hastalarımızda hastalıklarının nasıl ortaya çıktığını ve hangi mekanizmalarla faaliyet gösterdiğini anlattırıp bu bilgileri kendi hayatlarıyla ilişkilendirdiğimizde hastalarımızda büyük bir iç görü ve farkındalık 
gelişmektedir. Kendi bireysel, sağlıklı yanları ile hastalıklı tarafını ayırabilmekte ve hastalığı ile mücadeleye başlayabilmektedir. Artık birey ne ile savaştığını, nasıl bir güç ile karşı karşıya kaldığını, karşıdaki düşmanın savaş stratejilerini ve gücünün ne olduğunu çok iyi bilmektedir. 

Bu durumda da kaygılanacak bir şey yoktur. Bu aşamaya kadar hastamıza sadece hastalığı ile ilgili bilgilendirme yapılmış, bir hastalık formulasyonu ortaya konmuş ve bunun mantıksal gelişim zinciri gösterilmiştir. Yaptığımız çalışmalarda 15 günlük yoğunlaştırılmış terapiye aldığımız hastalarda sadece böyle bir eğitim ve formulasyonun hastaya aktarılması ve kendi hayatıyla ilişkilendirilmesi anlık ve sürekli kaygı düzeylerini % 50–70 arasında azaltmıştır.

İç görü yönelimli dinamik psikoterapide hastaların kendi hastalıklarının oluşum ve gelişim sürecini kavramaları tedavi için yeterli değildir. Metaforumuza tekrar dönecek olursak orman içinde bir ışık yakmakla yani hastalığın gelişim seyrini ve sürecini onlara göstermekle tehlikenin nasıl, nerede ve ne boyutta olduğunu anlatmış olmuyor, fakat hastalığı aktive eden dinamiklerin ne olduğunu onlara göstermiş oluyoruz. 

Hastalığı aktive eden dinamikleri uyarmadığı müddetçe herhangi bir surette tehlikenin mümkün olmadığını onlara göstermeye çalışıyoruz. Bu aşamadan sonra ormandan kaçıp kurtulmak değil orman içerisindeki köpeklerin ıslah edilerek, eğitilerek bize yararlı birer bekçi köpeği haline dönüştürülmeye veya evcilleştirilmeye çalışma süreci başlamaktadır. Bu aşamadan itibaren de iç görü yönelimli dinamik psikoterapi ve diğer psikoterapi yöntemleri birleştirilerek bütüncül yaklaşımla süreç devam ettirilmektedir. 
Haftalık görüşmelerle sürdürdüğümüz bu terapi süreçlerinde hastalığa neden olan saldırgan köpeklerin evcil ve yararlı köpekler haline dönüştürülmesine çalışılmaktadır. Yani iç dünyamızda bize zarar veren bir takım savunma mekanizmaların daha olgun ve daha sağlıklı mekanizmalara döndürülmesine çalışılmaktadır. 

İçsel dinamiklerin bağlantıları yeniden kurgulanmakta ve onlar üzerinde yeniden yapılandırılma çalışmaları sürdürülmektedir. Bu süreçler anksiyete bozukluklarında patolojinin şiddet derecesine göre ortalama bir yıl sürerken kişilik bozukluklarında bu süreç ortalama iki yıl sürmektedir.

İç görü yönelimli dinamik psikoterapi yöntemiyle tedavi yapmaya karar verdiğimiz bir obsesif kompulsif vakasında iç görünün nasıl çalıştığını anlatmak istiyorum. Obsesif kompulsif kişilik örüntüsüne sahip ve obsesif kompulsif bozukluk geliştirmiş olan hastamız tedavi olmak için bize müracaat etmişti. Yeterli dozda ve sürede medikal terapi gördüğü halde semptomlarında bir iyileşme olmamıştı. Anti obsesif, anti depresif ilaçların yanında anti psikotik ve elektro konvulsif tedavi de denenmiş; ancak hastalık belirtileri gerilememişti.

Hastamızın, yapılan muayenemizde semptomlarının ödipal döneme bağlı semptomatik bir ifade olduğu tanımlanınca onu iç görü yönelimli, yoğunlaştırılmış terapi programına aldık. Çok başarılı öğrencilik hayatı olan bu üniversite öğrencisi, rahatsızlığı nedeniyle tahsil hayatını dondurmak zorunda kalmıştı. 

Yellbrown Obsesif kompulsif skoru 40 üzerinden 36 idi. Yoğunlaştırılmış terapide hastanın dinî obsesyonlarının içeriği ve mekanizmaları incelendiğinde hepsinin baba otoritesi ile olan bir savaşımın çeşitli görünümlerindeki tezahürleri olduğu fark edildi. Her cinsel dürtülenim ve duygulanımdan sonra yoğun obsesyonlar ortaya çıkıyor; çeşitli eşyalar, simgeler ve düşünce alanındaki çağrışımlarla ödipal çatışma her alanda yaşanıyordu. Cinsel dürtüler uyarıldığında yoğun bir suçluluk duygusu hissediliyor, bundan kurtulabilmek için dinî ibadetlere yöneliniyor ve birçok ritüeller peş peşe uygulanıyordu. 
Patolojik olarak uygulanan bu ibadet ve ritüellerin arkasında kurgulanmış olan bir hastalık hikâyesinin ayak izleri net bir şekilde görülebiliyordu. Her dürtüsel ihtiyaçtan sonra ağır süperego baskısı ve onun getirdiği ritüeller ve bunaltı, hastayı dayanılmaz hale sokuyordu.

Yüzlerce semptomun her biri tek tek ele alınarak sistemin nasıl çalıştığı ve hangi süreçlerin işlediği, hangi düşünceden sonra hangi düşüncenin geldiği ve bunun hangi ihtiyacı karşıladığı net bir şekilde ortaya konmuştu. Hasta artık şaşkın ve bezgin değil, hangi dürtünün neyi aktive edeceğini, hangi düşünce zincirini harekete geçireceğini ve sonuçta hangi ritüellerin yapılmak zorunda olacağını kavramıştı. 

Bu mekanizmayı kavradıktan sonra hastalık süreçleri sanki gözünün önünden geçen resmi bir geçit gibi akıp gidiyordu. Onların her bir aşamasını yakinen tanır, bilir hale gelmişti. Onlar hakkında çok rahat yorum yapabiliyordu. Başlangıçta kaotik, karmaşık ve belirsiz gelen birçok düşünce ve ritüel bir anlam kazanmış, aralarındaki büyük savaşın hatları belli olmuştu. 

Genç hastamız dost güçlerle düşman güçlerin ayrımını rahatlıkla yapabilecek hale geldiğinde Yellbrown obsesif kompulsif skoru 40 üzerinde 12'ye düşmüştü. Yapılan takiplerde ve tedavi programının kalan kısmında skor, kalıcılığını devam ettirdiği gibi giderek normal sınırlara gelmiştir.

ALİ RIZA BORAZAN
MERSİN ANAMUR